O kadar kolay geri dönmeyiz!
Sendika.Org: Siyasal İslam’ın son dönemde kadın düşmanlığını tırmandırmasının ardında hangi dinamikler var?
Handan Koç: Türkiye malum sistem olarak merkezi bazı düzenlemelerini- bunların dayandığı değerleri kaybetmiş durumda: mesela milli eğitim, mesela ulusal sağlık sistemi, mesela hukuk sistemi. Eskisi iyi miydi tartışması başka ama şunu soralım, eskisi dağıtıldı mı? Dağıtıldı. Kim tarafından? Bu hükümetin temsil ettiği güçler tarafından. E ne yapacak yeni bir şey kuruyor, kurabiliyor, bunu gösteriyor, bunu yapıyorlar. Kürtaj cinayettir açılımının arkasında bu süreci görüyorum ben. Dolayısı ile egemenlerin sözcüsü durumundaki Başbakan her alanda en ileri sözünü söylüyor. Bu yüzden milleti ve değerlerini temsilen ve onu yeniden kurma iddiası olan kurucu bir dille konuşuyor. Başbakanın “kürtaj” açılımından sonra: Konu ile ilgili ilk yazısına Ali Bulaç “Kürtaj hak mı, cinayet mi?” diye başlık atmış ve lafa şöyle başlamıştı: Kürtaj konusunun gündeme gelmiş olması iyi oldu. Mevzii alanlarda ve zaman zaman tartışılan konu, şimdi daha geniş bir zeminde kamusal-sivil çerçevede bir tür müzakereye açıldı.
Bu müzakere ortamına baktığınızda neler çarpıyor gözünüze?
Konuyu dine göre tartışanların müzakeresi bu. Diğer taraf tartıştırmayacağız diyor demeli bence. Toplumda Sünni ler yıllardır kendilerine doğuma müdahale için 120 gün müsamaha tanımışlar. Bu dindar milletin bir inancı. Arkasında da Hanefi mezhebinin içtihadı var. Öte yandan Amerika’dan ithal edilmiş yaşam hakkı kavramı ile tahkim edilmiş, son yirmi yıldır Gülen’in “müjdeler içinde bir bahar” yaşayacağız diye nitelediği bir İslamcı fikriyat var. Öte yandan başörtüsü ve başka pek çok konuda seçme özgürlüğünü savunan “mütedeyyin” çevreler var. Ali Bulaç bu müzakere ortamını sevinçle karşıladı çünkü yirmi yıldır İslamcı kadınların her türlü eşitlikçi yaklaşımına, her türlü seçme özgürlüğü isteğine karşı çıkması ile ünlü bir insan. Zaman gazetesinde konu ile ilgili arka arkaya altı yazı yazdı. Vahşi bir dil kullandı. Vahşi diyorum çünkü bakınız dili “gebeliği sonlandırma kararını” şöyle tanımlıyordu: “Kendini savunamayacak olan bir cenini bıçaklarla parçalayarak öldürme kararı.” Bu başbakanınkinden bile daha ağır bir ifade çünkü “kendini savunamayacak birini öldürmek” malum ahlaken en ağır suçlardan biridir. Bir de işin içine bıçakla parçalamak katılıyor.
Diyanet konuya stratejik olarak katkıda bulundu ve Ali Bulaç’a ve hükümete ben buradayım dedi. Aslında Diyanet kendi yazdıklarından ufak sapmalarla konuştu: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları 2006 ilmihalinde “Ruh üflendikten sonra çocuk düşürmenin ya da aldırmanın haram olduğuna ve bu davranışın cinayet telakki edileceğinde İslam âlimleri görüş birliği içindeler” deniyor. Sonra da “Cenine karşı bir cinayet işlenmesi halinde gurre tabir edilen bir ceza tazminat ödenir,” deniyor. Bir serbesti var yani. Bu ceza o vakitler beş deve şimdi 200 gr altın ediyormuş. Gurre ceninin mirası kabul ediliyor ve düşmesine sebep olan kimse hariç varisleri arasında paylaştırılır. Bu konuyu bu dinsel müzakere masasında bırakabiliriz. Şunu demek istiyorum, din bu konu kendi Kitab’ına bırakılsa oldukça insancıl ve müsamahakar yaklaşımlar üretebilir. Ama buna yüzyıllardır izin verilmemiş.
Hükümet nerede duracak sizce?
Şimdi dönecek olursak bu müzakere ortamı bence hükümetin bir güç gösterisi. Başbakan vatandaşlarının bir kısmına katil diyerek hakaret etti. Bu bir ideolojik şiddet gösterisidir. Başbakan İslamcı ideolojinin malzemesinden yararlanarak güç gösterdi .Bu ideoloji dindarlıktan başka bir şey. Bu yeni muhafazakârlığa içkin olan yeni İslamizmdir, yeni dinciliktir. Her türlü İslamizmde toplumun her hücresinin ama özellikle ailenin nasıl olması gerektiği ile ilgili kabul gören fikirler vardır. İslamcılık tutarlı ve uzun zamandır tekrar edilmiş benimsenmiş bir öğreti. Eşitlikçi yaklaşımlar içermiyor. Türkiye de önemli bir etkisi olan eşitlikçi-İslamcı kadın teologların reformist girişimlerine de olumlu cevap vermeyen bir yapılaşması var. Dolayısı ile iktidarın İslamcı cephanesinde kadın özgürlüğüne düşmanlık var bence. Yeri gelince ondan kullanılıyor. Ama yekpare bir durum yok. Nursuna Memecan gibi AKP milletvekilleri mesela açıkça başbakana itiraz etti. Ya da Fatma Bostan gibi AKP kurucusu bir İslamcı “ben yaptırmam ama yasağa karşıyım” diye demeç verdi. Bu konu elbette dar zamanlarda gündem değiştirmeye yarıyor. Ama aynı zamanda bir tez dayatılarak toplumun test edilmesine de imkân doğruyor.
Türkiye sağının belli özellikleri var bunun başında kadın özgürlüklerine açık düşmanlık gelir. Bu öylesine güçlü bir temadır ki -bizim örfümüz, bizim dinimiz- bizim töremiz ellenemez diye paket halinde ifadesini bulan bu iddia Türk sosyal demokrasisini ve hatta sosyalist güçlerini bile hep rehin bırakmıştır. Dolayısı ile başbakan dilini yumuşatacak ama kadınlar kürtaj olduklarını iyice gizlemek zorunda bırakılacak, zor ortamlarda gebeliklerini sonlandıracak, fişleme gibi uygulamalarla namus cinayetlerine uğramaları kolaylaşacak.
İslamcı hareketin kadınlarının yaşadığı sıkışmayı neye yormalı? Ne mevcut halden memnunlar ne de mücadele eden hemcinsleriyle omuz omuza verebiliyorlar… Öyleyse?
Ya bu tabii başlı başına bir konu. Onlarla konuşmak lazım… Benim gördüğüm İslamcı hareketin kadınları diyebileceğimiz öncü pek çok kadın bugün İslamcılığın kalmadığını düşünüyor. Çünkü onlara göre İslamcılık seksenlerin bir ideolojisidir. Baştan sona tutarlıdır ve topyekûn bir adil toplum yaratma ülküsü içerir. Dolayısı ile onların bir kısmı AKP iktidarı altında yalnız kalmış kadınlardır. Ama bu kadınlar laik düzeni de çok eleştiriyor ve istemiyorlardı, bu onların baş çelişkisidir. AKP’li dönemde başörtüsü mücadelesi İslamcı bir düzen kurma ideali içinde değil ama bir tür özgürlük arayışı olarak değerlendirildi. Ama AKP’nin özgürlükçü olmadığını yeni fark eden herkes gibi pek çok farklı İslamcı kadın da bir sıkışma içinde.
Şu çok önemli aile, kadınların namusu ve cinsel hayatı Türkiyeli bir sağcılığın-gericiliğin-İslamcılığın en büyük malzeme kaynağıdır. Malum dünyanın her yerinde sağcı düşünceler kadının ve ailenin ahlaki temizliğini sağlama işlevini kendilerine atfederek insanları ajite eder, örgütlerler. Türkiye sağının İslamcı kanadı son yirmi yılda bir yeniden güçlenme süreci yaşadı. Kendini güçlendirdi, popülerleşti ve iktidar oldu. Laik üstyapıyı alaşağı etti. İslamizm feminizme özel alan politikası tezleri açısından en büyük rakip olarak görülebilir. Ama maalesef konu feministlerce de yer yer laisizm tartışmalarının hegemonyasında ele alındı. Liberal politikalarla tarumar edilen toplumlar için küçük dünyalar, küçük sevinçler, aile, sınıfsal gettolar, kulüpler, cemaatler önem kazanıyor. İslami düşünce bu anlamda kadınlara iyi kocalar, ahlaklı evlatlar, içkiden, kumardan uzak tutulmuş güvenli aile ortamları vaat ediyor. Ama bu ne kadar olabildi.
İslamcı hareketin en az nüanslı olabilecekleri ideolojik konu kadın özgürlüğüdür. İslamcılığın en adil düzen yanlısı olanı bile sermaye güçleri karşısında olduğundan daha fazla erkek egemenliği karşısında suskundur. İslamcı hareketin bazı kadınları “hem başımızı örteceğiz, hem özgür olacağız, hem İslami-erkek egemenliğini eleştireceğiz” diye uğraş verebilir, ama bu olabilir mi? Öte yandan geniş kadın kitleleri örtülü yaşıyor çünkü öyle olunca toplumla uyumlu oluyor ve dinen rahat ediyor, hem erkek egemen kurallara uyuyor hem de seküler medeni yasaların verdiği imkânlardan yararlanabiliyor. Yani Türkiyeli kadınlar prensipli olsunlar olmasınlar, özgürlükle diğer Müslüman nüfuslu ülkelere göre daha fazla tanışıklar. Buradan geri nasıl gidecekler? İşte ama geniş fakir kitleler için böyle bir lüks yok. Bu güvencesiz ülkede başbakanın önerdiği gibi, Zaman gazetesinin destek verdiği gibi yaşamakta neden sakınca görsünler. Onlar AKP’de çalışan ya da gazetede yazı yazanlara benzemiyorlar. Arenada olduğu gibi gönüllerinin başkanı Recep Tayyip Erdoğan’ı neşe içinde alkışlıyorlar.
Kadın hareketinin özellikle kürtaj tartışmalarının ardından etkili bir muhalefet ortaya koymasının, İslamcılar açısından ne gibi bir etkisi olabilir?
Bizlerin kadınlar olarak sadece kadın olduğumuz için haklarımız, taleplerimiz ve kızgınlıklarımız var. Bunları başbakanınki kadar kuvvetli bir kürsü olmasa bile, başka bir kürsüden kadınlar olarak kadın sağlığı ve karar verme hakkı gibi en insani talepler etrafında ifade edilmesi her kadını etkiler, etkiledi de.
İktidara “Sana ne!” diye bağırmayı çağırmayı, birçok solcu küçümseyebilir ama bizler için bu çok önemli bir kazanımın seslenişidir. Yani “Günah benim, sevap benim. Sana ne, size ne” diyebilmek, az bir şey değildir ve etkileyicidir. Kadınlar gösterilerde “Gelsin baba, gelsin koca, gelsin hoca, gelsin cop… İnadına isyan, inadına özgürlük” diye bağırıyorlar. Bunu deme hakkını kazanmamız yüzyıllar aldı, o kadar kolay geri dönmeyiz. Yani bakamayacağı bir çocuğu doğurmak ne demek, çocuklarının yarattığı maddi manevi yükle baş etmek ne demek, bunu en iyi bilenler boş sözlere kanmazlar. Devlete düşen kadınların canlarını koruyacak sağlık ve güvenlik sistemi kurması, vatandaşlık haklarını çiğnememesidir. Yatak odaları, nikâh masaları, doğum odaları kadınların ölüm kalım alanlarıdır. Bu hangi kampta olursa olsun tüm kadınlar için böyledir.
Ama ne olacak hükümet kürtajı açıkça zorlaştıracak. Gülen’in tıp kadroları ve Sare Davutoğlu gibi kuvvetli bir lobici de bu işin peşinde. Yetişkin asker ve sivil ölüleri için, iş kazalarında ölen işçiler için, kocaları sevgilileri tarafından namus cinayetinde ölen insanlar için, bunlar olmasın diye uğraşılmayan, tedbir alınmayan bir düzende yaşıyoruz. Öte yandan belki “Allah’ın” olabilir ama devletin malı olmadığı kesin olan doğmamış bebekleri vesile edip kadınlara katil diyenlerin gözyaşları da sözleri de inandırıcı değil. Feminizm de malum hakların peşinde koşan ama öte yandan erkek egemen ikiyüzlülükleri yalanları ifşa etmek baş işi olan bir hareket. Durmayacağız.
15 Temmuz 2012