“Muhafazakârlığa Karşı Feminizm”: Düşmanı tanımak önemlidir
Yazı hayatına 1987’de Feminist dergisiyle başlayan Handan Koç, yeni kitabı “Muhafazakârlığa Karşı Feminizm”de son on yılın iktidarına, benimsetilmeye çalışılan ahlâk anlayışına karşı el yükseltirken, Büyük Doğu’dan Sızıntı’ya, Gazali’den Said Nursi’ye geniş bir arşiv çalışmasıyla İslâm’ın kadına bakışını feminist bir adalet terazisine oturtuyor. Feminist dergisi nüshalarının 25. yıl vesilesiyle tıpkıbasımının editörlüğünü de üstlenen Handan Koç’la çeyrek yüzyılın muhasebesini yaparken bugünün temel ve acil sorularının şifrelerini de aradık. Express’in son sayısından naklen…
Feminist Dergisi’ni çıkardığınızda kaç yaşlarındaydınız?
Handan Koç: Dergide yer alanların çoğu ‘57-’61 kuşağıdır. 30 yaşından küçük, 20 yaşından biraz büyük kadınlarmışız. Ben o zaman 26 yaşındaydım. Ama aramızda Minu gibi çok büyük, Serpil gibi hayli küçük iki kadın da vardı. 1982’de Çeviri Grubu olarak toplanan kadınlar Feminist’i çıkaranlara göre yaşça büyüktür. İçlerinde Gülnur (Savran), Yaprak (Zihnioğlu), Stella (Ovedia), Şirin (Tekeli) gibi isimlerin olduğu bir grup kadın bazı feminist kitapları çevirmek üzere bir araya geliyorlar. Sokağa çıkma yasağı var, geceleri evlerde toplanıyorlar. Sonra Yazko büyük bir toplantı düzenliyor, Gisèle Halimi geliyor. Feministleşen kadınların o yılların çok okunan haftalık dergisi Somut içinde bir tartışma sayfası oluyor, yakında tıpkıbasımı yapılacak onun da. Ardından Beşiktaş’ta Kadın Çevresi kuruluyor. Şirket olarak kuruluyor, o yıllarda dernek, parti filan kurmak yasak. Feminist’i çıkaranların hepsi, sevgili arkadaşım Ayşe (Düzkan) ve ben de, Kadın Çevresi’ne giden kadınlardanız. Vildan ve Figan’la (Erozan), Gül ve Füsun’la (Özlen) orada tanıştık. “Ocak” diyorum oraya, mayalanmanın, karşılaşmanın olduğu bir ocak. Çok değişik yaş gruplarından kadınlar bir araya geliyor, politik tercihleri, eğitim düzeyleri çok farklı, hiç sevişmemiş, doğurmuş, bekâr, boşanmış, evli, zengin,fakir… Kadın meselesine daha farklı bakılması ihtimali bizi birleştiriyordu. Kadın Çevresi’nde uzun uzun “Niye Feministiz diye bir manifesto mu çıkarmalıyız” diye konuşurken dergide karar kılmış bir ekibin işidir Feminist.
O dönemin Türkiye’sinde böyle adlı adınca feminist demek tepki çekiyor muydu? Bugün dahi hakaret gibi algılayanlar var…
Tepki çekmez mi, hem de çok. Bu sıfatı üstlenen ilk dergidir Feminist. Bugünden bakınca modernist diyebileceğimiz düşüncenin o dönemdeki gücünü not etmek lâzım. “Türkiye kadın hakları açısından ileride” diyen bir resmî düşünce var; kadınların oy verme hakkı gibi haklardan böbürlenen ve kadın haklarını ilerletme iddiasıyla kadınları durağanlaştırmış bir eşitlikçi-cumhuriyetçi kadın ideolojisi. Öte yandan, o zaman çok güçlü olan sosyalistlerin, devrimci demokrat hareketlerin de bir kadın tahlili var. Büyük ölçüde Engels’e dayandırılan, ama Engels mezarından duysa şaşacağı cinsten tavırlar, ideolojik yaklaşımlar. En yaygını, bir tür aşamacılık ve kadın sorunu var diyip bunu feodalizmden kalma bir mesele olarak görmek. Bu bakışın cumhuriyetçilerle ayrışan yönü çok muğlak aslında. Komünistler bütün meseleleri aşmanın yolunun kapitalizmi devirecek bir devrim olduğunu, bir şeyi sınıf mücadelesi dışında analiz etmenin, öne çıkarmanın da mücadeleyi baltalayacağını düşünüyordu. “Halkı örgütleyeceğiz, faşistleri yeneceğiz, dolayısıyla halk bizi ahlâksız olarak görmemeli “ diye kendini bu alanda sansürleyen devrimci-demokratlar da var. En önemlisi, sen başka kadınları kurtarmak üzere bu işin içindesin, kendin için değil. Bir tür feda kültürü var. Bunun yanında, aslında özgür aşka kapalı değildi sol, ama yeter ki topluluk kurallarına uygun ol! Topluluk kuralları da, taassuptan ziyade, disipline dayalı idi. Birlikte mücadelenin gereklerini yerine getirmek, mesela başka örgütten birine âşık olmamak, sevişiyorsan evlenmek önemli… Feminist’i çıkaran kadınların hepsi disipliner politik yapılardan gelen kadınlar değildi, bazıları ve ben öyleydik. Kendi deneyimim içinde şu önemli: 12 Eylül içinde yer aldığım topluluğu teslim alınca ortada kalmıştım. Düzen içi yaşantı biçimlerinden, ailenden kopmuşsun, kendini bambaşka bir şeye ayarlamışsın, o tarumar oluyor. Devrimci mücadele gelişecek, hayat böyle devam edecek derken bir bakıyorsun ki peşinde polis var, arkadaşların içeride, okula gidemiyorsun, geçim sıkıntısına düşmüşsün, ailenden başka gidecek yeri olmayan biri durumundasın. Geleneksel hayatla ve erkeklerin geleneksel özellikleriyle baş başa kalıyorsun. Feminizmi esas teşvik eden, devrimci erkeklerin kadınlara uyguladığı baskıdan ziyade, o ortada kalış içinde kendi hayatını ne yapacağın, bir devrimci kadın olarak hayatı nasıl yaşayacağın konusudur bence.
Kadın Çevresi bu soruya mı bir cevap aramaya çalışıyordu?
Tabii. Yani dolaylı olarak, çünkü kadınlar için günlük hayat kurallar demek, sen bunlara uymak istemiyorsun. Eskiden, istesen o partiden çıkıp bu sendikaya girerdin, ya da hiç girmezdin, sol çok genişti. Artık baskı koşullarındasın… Kadın Çevresi’nde bana benzeyen dertleri olan kadınlarla tanıştım. Hem hayatın “devrimin sorunları” diyebileceğin bir boyutuyla ilgili kafa yoran kadınlarla karşılaşıyorsun, hem de “ben bir kadın olarak ne olacağım şimdi, nasıl bir hayat yaşamalıyım” sorularına cevap arayışı var. ‘80 öncesinde Payel Yayınları, Simone de Beavouir çok okunurdu, sadece Marx, Engels ortamı değildi. Aksini iddia etmek, Eylülizmin hurafesidir. Kulağında hafif bir Simone de Beavouir etkisi olanlar için Kadın Çevresi nefes alınan bir yer oldu. O toplu uyanışta, keşfedişte bazı şeyleri ilk defa beraberce farkettik. Mesela feminist düşünce, kadınların kendi bedenlerini sevmesi gerektiğini söyler. Kadınlardan hep kendi bedenlerinden utanmaları ya da gizlemeleri beklenirdi ya, Kadın çevresinde bu feminist düşünceyi paylaştık: “Kendi bedenini sev.” Figan anlatıyordu 25. yıl için buluştuğumuzda: “Böyle bir şeyi ilk defa duyuyordum. Bize şöyle anlatılmıştı oysa: Bir erkek gelir, seni sever. Ne demek kendi bedenini sevmek?” Burada bir kopuş var. Kadın bakış açısı diye bir kavramı bizler konuşurken keşfettik. ‘80 öncesinde yoksul mahallelere gitmek, orada yaşayanları geliştirecek faaliyetlerde bulunmak isterdim. Kendimi kadın olarak tanımak ve değiştirmek diye politik bir bakış açım yoktu. İşte hepimizin önünde bu sorunlar vardı: Güzellik, vücut, ailelerimizle ilişkilerimizde kadın ve erkek olarak bizlere farklı değerler verilmesi, sevişirken neler yaptığımız, bize neler yapıldığı, doğurup doğurmamaya kendimizin karar verme hakkı, erkeklerin kendilerini hep daha akıllı görmelerine nasıl karşı çıkılır, babalarımızın baskısı filan, işte günlerce bunları konuşup duruyorduk… O arada, biz kendimizi uzak görsek de Kadınca dergisi var, kadınları saran bir özgürlükçü ortam var, Duygu Asena’nın “Kadının Adı Yok”u da geliyor. Bu konularda aradığımız bakış açısının feminizmden gelebileceğini görüyorduk. “Biz feminist olabiliriz” deyince sosyalistler tarafından dışlanıyorduk, “burjuva” deniyordu. Sosyalistlerle tartışmalara girip kendimizi ifade etmeye başlayınca daha da düşmanlık gördük. Normal egemenler için feminizm ahlâksızlıktır, cumhuriyetçiler de “kadın konusunda bir şey denecekse onu da biz deriz” despotluğuyla yaşıyorlardı. Bunların hepsinin dışında bir hava oluştu, dönüştürücüydü.
O günlerden bugünlere en çok nelerin, hangi eylemlerin, sorunların etkisi sürüyor?
1980-90 arasını bir doğuş olarak görmek lâzım. Bağımsız bir doğuştur, İzmir’den Londra’ya, Diyarbakır’dan Adana’ya, İstanbul’dan Ankara’ya, bağımsız ve merkezsizdir. Herkesi dalga dalga etkilemiştir. 2000’lerden sonra feminist düşünce gelişti, çokça da değişti, ama kadın hareketi bazı temel sorularından hiç vazgeçmedi. Birincisi, bağımsızlık iddiası; bir partinin, hareketin uzantısı olmama… İkincisi, “bedenimiz bizimdir” gibi temel konular ve bunlardan geri adım atmama. Üçüncüsü, kadın emeğinin erkek egemen sistem tarafından sömürüldüğü fikri. O dönem feministlerin yürüttüğü kampanyalara baktığımız zaman neler görüyoruz: Fahişeye tecavüz eden erkeğin cezasında indirim, Mor İğne kampanyası, eviçi dayak, Cemil Çiçek’in başında olduğu Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı’na karşı geliştirilen boşanma eylemi… Bu gündemler diğer hareketleri de feminizme olumlu bakmaya sevketti. Kadınların kendi bedenlerinden, kendilerini aile içinde konumlandırmalarından kopmak üzere bahsetmeleri başlı başına bir radikalizmdir. Dayağa karşı yürüyüş bizi çok etkilemişti, tematik olarak hâlâ devam ediyor etkisi. “Kadınlar ve erkekler arasında sistematik ve düzenli olarak çıkar çelişkisi var”: O yürüyüş, bunu ilk defa deşifre eden bir eylemdi. Erkek şiddetini yaratan bir düzendir, tesadüf eseri kötü, ahlâksız erkeklerin uygulaması değildir, kadınların emeğine el konduğu için ya da erkeklerin kendilerine karşı çıkılmasına karşı refleksleridir diyerek şunu demiş oluyorduk: Tıpkı sınıf meselesi gibi bir cins meselesi vardır, bu mesele kendi terimleriyle, kendi tarafları içinde ele alınmak zorundadır. O yıllarda feminist düşünce kadınlar üzerinde çok etkili oluyor, kendi kavramlarını yaratıyor. Kadın bakış açısı, bağımsız kadın politikası, patriyarka, erkek egemen düzen, bu kavramların hiçbiri daha önce yok. Kadın hareketi evleri, kadınları etkiliyor, kadınların tavrını, iddiasını, erkeklere direnmeyi, evlilikten çıkma, erkeklerden şikâyetçi olma gücünü ortaya çıkarıyor oldu. Bunlar artarak devam etti, bugün bir kısmına alışıldı, o zaman öyle değildi.
Feminist hareket daha yeni filizlenirken çıkarılan Kürtaj Yasası AKP iktidarının son dönemlerde olay yaratan tartışmalarından biri oldu. Fakat sonuçta kürtaj yasaklanamadı, kazanılmış hakların güvencesine yönelik bir sınır çizilmiş oldu. Bunda herhalde feminist mücadele tarihi de etkili…
Elbette çok etkili, bugün geniş bir kesim kadın “kürtaj haktır, karar kadınların” diyor. Çok etkili bir feminist kampanya devam ediyor. Ama istemediği halde hamile kalan kadınlar korkutulmuş oldu. Düşünün, kim kime kolay kolay katil diyebilir? Başbakanın “Kürtaj cinayettir” diyebilmesinin ağırlığını ben şahsen üzerimde hissediyorum. Savaşan askerlere bile “bu bir cinayettir” denemiyor. Bu bir yana, biliyorsunuz, 1983 yılında, cunta koşullarında kadınlara verilmiş bir hak kürtaj. Aslında derin erkeklik yüzünden çıkarılıyor bu yasa, çünkü doğumda ve doğum kontrolünde çok ölüm var o yıllarda. Kadın cinselliğinin denetlenmesi, devlet için de, klasik Sünnî ideoloji açısından da çok kritik bir konu. Ama bizde doğum kontrolüne toleranslı bir yanı var dinsel geleneğin, örtülü de olsa. Malûm, kadın cinselliğinden korku bizdeki egemen dinde çok hâkim, ama Hıristiyanlıktaki gibi nefret yok. Erkeklerin arzu duyup kendilerine eşler alması hoşgörülüyor. Kadın cinsel hayatı serbest olmamalı, karar yetkisi kadınların olmamalı, kadınlar denetlenmeli —Müslümanlıkta mesele bu… Kürtaj hakkının dünyadaki tarihi, kadınların doğumda ölmemesinin tarihi ise çok kısa. Bugün bile öyle: Kadınların ağrısız, kendi vücutlarına uygun koşullarda doğurabilmesinin imkânları sermayedarların elinde. Çapa’da bir Kadın Sağlığı bölümü vardı, AKP gelmeden kapatıldı. Bütün kadınlara açıktı, ucuzdu. Şimdi her şey hem sağcı muhafazakârların denetiminde, hem paralı. Fakirler dışlanıyor, kadınların zaten parası yok…
‘80’lerde ANAP’lı olan Cemil Çiçek’in tarihî lafı “Flört fahişeliktir”den “Her kürtaj bir Uludere’dir”e, “kız mıdır, kadın mıdır belli değil”e, “üç çocuk”a geldik. Feminist’in ilk sayısının editoryalinde logonun yanına bir vajina vinyeti koymaktan söz ediyorsunuz, bugün Bülent Arınç vajina kelimesinden utandığını söyleyerek bir kadın milletvekilini kamu önünde taciz edebiliyor. Aradan geçen 25 yılda muhafazakâr sağ bu şekilde evrilirken kadın hareketi başlangıçtaki dönüştürücü enerjisini ne ölçüde korudu?
Vajina vinyeti kullanmadıysak da, adıyla organımızdan bahsettik ve erkek egemen ikiyüzlülükleri ifşa ettik. Feminizmin işi bu zaten: Olanı biteni kadınlar açısından açık etmek. Bu hiç kesilmedi, ama tabii yenilenmeler gerekiyor. Çünkü erkeklerin düzeni yenilenip duruyor. O dönem ANAP’ın içinde büyük bir koalisyon, kadınlar açısından baktığımızda aslında iki eğilim vardı. Semra Özal’ın serbestisi ile Cemil Çiçek’in taassubu. Bu ikisi birbirine hiç benzemiyor. Ama piyasacılıkta ortaklar tabii. Bugün iktidarda daha organik dinci-muhafazakârlar var. ‘80’lerde bizi vajina demekten men eden muhafazakârlık tipi “her şey ortalıkta konuşulmaz, bunu tıbba havale edelim” derdi. Bu, modernist muhafazakârlıktı; çekirdek ailemiz var, iyi eş, çocuklar, eğitim, terbiye… Şimdiyse “Allah’ın işine karışılmaz, bunları nasıl tartışma konusu yapabilirsin, dile getirirsin” deniyor. Şimdi dinî ideolojileri eleştirmenin yasaklandığı bir dönemdeyiz. Sadece içki içme, denize girme davası, yaşam biçimi meselesi değil ki bu. “Bedenimiz bizimdir” sloganı hakkında ne düşünüyorsunuz” dediğinizde, iyi bir yeni muhafazakâr veya İslâmcı kadın “bedenim Allah’ındır” diyor. Bu felsefî bir konu aynı zamanda. Erkek egemenliğinin en temel ideolojik malzemesinin dinî düşünce olduğunu düşünen bir feministim. Kadınların haklarının ellerinden alınmasının, vücutlarına el konulmasının tarihi çok eski olduğu için, erkek egemen sistemin çok büyük bir direnci var. Dinsel muhafazakârlık bunun en klasik, en eski, en orijinal bileşeni, en uhrevî olanı da o, insanlara çiğnemesi en zor gelen de o. Kadınlar açısından seküler kültür, erkeklere nazaran daha büyük bir ihtiyaç. Laik biriyle Allah’ı araya katmadan tartışabilirsiniz. Laik olmayan biri size tanrısal güç adına bir ahlâk ve namus ideolojisi dayatır. Bu dinsel ahlâk ve namus ideolojisi son 25 yıl boyunca sevilerek, beğenilerek, coşkuyla yeniden üretildi. Evet, AKP’liler Erbakan’ı sırtından bıçakladı ve yeni bir eğilim oluşturdu. Ama burada kadınları ilgilendiren bir yenilenme yok. Kadın meselesinde Millî Görüş düşüncesiyle Tayyip Erdoğan düşüncesi aynı. Bu düşünce “Batı’nın ilmine değil, ahlâkına karşıyız, bizim örfümüz, âdetimiz, töremiz değişmemeli” der.
Ve kadının “fıtrat”ı vardır, buna göre davranmalıdır, Said Nursi’nin dediği gibi…
Evet, kadınlar fıtraten zayıftır diyor. Kadınlar açısından Said Nursi’nin tartışılacak hiçbir özgürleştirici önerisi yoktur. Bu ara popüler olduğu için aklıma geliyor, Necip Fazıl Kısakürek’in de öyle. Kadınlar açısından onun Büyük Doğu’da söyledikleri de açık ve nettir. Türkiye’de taassuptan kaçarken cumhuriyetçiliğe sığınan, orada eşitlenme alanı arayan kadınların varlığı önemsenmeli. Acı olan şudur: Başımıza akademisyen olarak Said Nursi’yi saran Şerif Mardin, sonra da “mahalle baskısı var” diye işin içinden sıyrılmaya kalktı. Yani kusura bakılmasın, taassup taraftarlarını savunursan, taassup, yani mahalle baskısı oluyor işte! Bunda beklenmedik ne var? Yeni İslâmcılar, yeni muhafazakârlar bize ne öneriyor, aile dışında bir kadın tanımını neden geçerli görmüyorlar? Bunları sormak ve onlara karşı daha çatışmacı olmak durumundaydık, şimdi de o durumdayız.
Erdoğan ve Arınç son zamanlarda bekârlığı da kafaya taktı…
Evet, bir ideolojik şiddet uyguluyorlar. Türkiye’de boşanma oranlarında artış var ama, ilk evliliklerin sürdürülme oranı hâlâ çok yüksek. Çok içilen, çok boşanılan, çok serbest aşk yaşanan bir ülke değil Türkiye. Bekâr olarak yaşamak ya da evlenmeden ilişki sürdürmek toplumun çoğunluğu için kabul edilebilir değil. ‘80’lerde bir özgürleşme oldu, o alanı geri almak konusunda bir gayret var. Bazı açılardan toplum bizi yönetenlerden çok ileride, ama son yıllarda ekonomik, sosyal koşullar kadınları ve erkekleri o kadar güçsüz ve güvencesiz bırakıyor ki, aile bir sığınak niteliğine bürünüyor. Gelirin az, sigortan yok, her an işsiz kalabilirsin, okullar özel, pahalı. Nereye sığınacaksın? İstanbul’da bile birçok insan için özgür seçenekler azaldı. ‘90’larda “birey olarak her şeyi halledebiliriz” gibi bir beyaz Türk fikriyatı, “öyle de yaşayabilirim, böyle de yaşayabilirim” hali vardı, ama şu anda ekonomik koşullar, hele ki kadınlar için daha da zorlaştı. “Evlenemeyeceğim”, “beni kimse beğenmeyecek”, “işsiz kalacağım”, “müdür olamayacağım”, “mücadele ederek ne kazanacağım ki”, “aşksız kalırım” diye düşünen bir entelektüel yeni-muhafazakârlık da var. Düğünlere özenme, evlilikte mutluluğu bulma fikri filan kastettiğim. Bunda erkeklerin değişmeye direncinin, erkeklerle ilgili yaşanan hayal kırıklıklarının da çok büyük rolü var. Özgür hayat deneyen birçok kadın, bakımını kendi üstlenmek zorunda kaldığı bir çocukla baş başa kaldı. Ne kreş var, ne erkekler değişiyor. Anketlerde adamlar yalandan bile olsa “çocuklara bakıyorum” demiyor, yüzde 98 “çocuklara annesi bakar” diyor. Hükümet, kadınların güçlendiği bir yaşama destek vermiyor, “aile içinde güçlen” diyor. Şu anda kadınların değişmesini teşvik eden hiçbir dış dinamik yok, ama buna rağmen kadınlar geri adım atmıyorlar. Mecburiyetleriyle mücadele ediyorlar. Eskiden zihinlerinde bile erkekleri eleştirmezlerdi, şimdi bazı şeylere göğüs geriyorlar, ama eleştiriyorlar da. Son on yıl içinde feministlerin de içinde yer aldığı çalışmalar sonucu kadınlar açısından çok anlamlı yasalar çıktı. Ayrıca mesela evlilikte edinilmiş mülklerle ilgili olan kazanımlarımız önemli. Ama maalesef AKP’li on yıl boyunca feminist hareket kendine özgü itirazlar geliştirmekte zayıf kaldı bence. Mesela İslâmizmin eleştirisini aile açısından yapmak çok önemli. İslâmcılar “bizim esas önceliğimiz kadını korumak” diyor. “Adam çocuklarına baksın, evine parasını götürsün, karısını incitmesin, ama karısı da onu hoş tutsun, iyi bir anne olsun, vazifelerini eksik etmesin. Bunu cemaat sağlasın. Daha ne istiyorsunuz yani?” diyorlar. “İçmeyen, eve ekmek getiren, dövüp sövmeyen, sizi ve çocuklarınızı koruyan kocanız olsun, yetmez mi? Bunu da biz sağlarız” diyorlar. Yılmaz Erdoğan’ın “Televole”sinde de vardır, erkekler içkiden vazgeçmek için tarikata giderler. Yani yeni-muhafazakâr düşünce etrafında, tarikatlara yaslanmanın kadınlara sunduğu güvenceler var. Öte yandan, zaten Türkiye nüfusunun yüzde 50’si görücü usûlüyle, yüzde 20’si akrabayla evleniyor. Vatandaşlar olarak, özgür bireyler olarak değil, temelinde aile olan küçük topluluklar, cemaatler olarak yaşanan, bu küçük toplulukların denetiminin yasalardan daha önemli olduğu bir ülke kadınlar için özgürleştirici olabilir mi? Sanmıyorum.
Bahsettiğin ekonomik ve sosyal koşullar feminizmin aile kurumunu, evliliği tartışmasının önüne geçti mi?
Hayır bence. Mesela lezbiyenlik hiçbir zaman son on yılda olduğu kadar yaygın bir şekilde teorik-politik bir tema olarak ele alınmamıştı. Heteroseksüelliğin sorgulanması, transseksüel deneyimlerden çıkabilecek sonuçlar, cinsel deneyimlerimizin heteroseksüel kodlar tarafından belirlenmesinin yol açtığı tartışmalar, bunların hepsi radikal dönüştürücü tartışma konuları… Bir sürü kadın araştırmaları kürsüsü var, buralarda birçok kadın akademik çalışma yaptı. Fakat toplumu etkileme açısından başarısız bir on yıl geçirdik. Kadın hareketinde ideolojik olarak çok devrimci duruşlar var. Kürt hareketinde militan kadınlar evliliği reddediyor mesela. “Eril kültür sönümlenmediği sürece erkeklerle ilişkimizi sorguluyoruz” diyen örgütlü bir kadın güçleri, partileri var. Bir yandan toplumun ortalamasının çok ilerisinde olan kadın deneyimleri var, öte yandan toplumun tutucu-erkek egemen kabuğunda bir sertleşme var. Tevekkül, ideolojik olarak ezilenlerin rızasını üretiyor. Kalabalıklara ulaşmak, ev içlerine sızmak, dalga etkisi yaratmak açısından son on yılın ve laisizm tartışmasının feministlere yaramadığını düşünüyorum. 2000’lerden itibaren liberalizmin, demokrasiciliğin çok fazla etkisinde kalındı. Bu hegemonik etki, muhafazakârları, dincileri eleştirmemizi, onlara karşı söz üretmemizi sınırladı. Öyle bir anti-Kemalist baskı oluştu ki, “cumhuriyetçi görünürüm, bana Kemalist derler, Allah korusun yoksa ulusalcı mıyım” gibi bir tür fobiye yol açtığını bile söyleyebiliriz bunun.
Kitabının odaklandığı muhafazakâr dünyayı kaç yıldır dikkatle takip ediyorsun?
On yıldır diyebilirim. Beyoğlu ve İstanbul belediyelerini Refah’ın aldığı 1994’te, İstanbul’da kadınların büyük ve kalabalık toplantıları olmuştu. Bu yeni güç karşısında ne yapmalıyız diye sorma ihtiyacı duyan kadınlardı bunlar. O toplantılar çok kolay sönümlendi. Atatürkçü kadınlar toplantıları domine ettiler, feministler de ilgilerini yitirdiler. Hayatımda bir dönüm noktası odur. Sonra 2002’de, AKP’nin çok sevilmesi bende çok büyük bir şaşkınlık uyandırdı. Gerek Ertuğrul Özkök gibi muktedirleşmiş eski Ankara entelektüelleri tarafından, gerek Cüneyt Ülsever gibi iddialı köşeyazarları tarafından, Birikim dergisi çevresinden yazarlar tarafından, ay ne bileyim Nazlı Ilıcak tarafından, Nuray Mert tarafından, Sibel Eraslan tarafından hoş görülmelerine, el üstünde tutulmalarına kadın olarak çok yabancılaştım. Her zaman bu eğilimin kadınlarla ilgili görüşlerinin bütünlüklü ve köklü olduğunu ve düşmanca olduğunu gözlemlemişimdir. Sibel Eraslan’la Pazartesi dergisinde yapılan röportaj önemlidir. Orada Eraslan Refah’a kadınların ne kadar emek verdiğini ve sonra da dışlandıklarını eleştirerek anlattığı halde, aynı kadınları partisinden tasfiye eden lidere “Sayın Tayyip Erdoğan” diye biat etti.
Son yirmi senedir siyasî tartışmaların merkezinde kadının saçı, örtünmesi var. Bu süre zarfında tesettürlü kadınların erkek arkadaşları bütün okullara, kamu kurumlarına girebildi. Bu konuda feministlerde hâkim olan tavır ne?
Üniversiteli başörtülü kadınların eğitim hakkını benim de içinde olduğum feministlerin çok büyük bir çoğunluğu onyıllarca savundu. Feminizmin refleksleri açısından orada bir problem görmüyorum, ama öte yandan, başörtüsünün kadınları özgürleştirdiği tezi saçma değil mi? Sadece demokrasi ya da özgürlük yanlısı bir insansan, kapanmaya destek verirsin, “örter kardeşim” dersin. Ama feministsen bunu o kadar kolay diyemezsin. Bugün başını örtersin, yarın kürtaj olamazsın. Bunlar kardeş öneriler. Erkekler için böyle bir paket yok. Örtündükten sonra kadınların açılması çok zor. Başörtülü kadınlar İslâmcı hareketi güçlendirdiği zaman iyidir, ama evde eşit haklar istedikleri zaman adamlar onları istemiyor. Ben İslâmcı kadınların İslâmcı-sağcı erkekleri hiç deşifre etmediğini düşünüyorum? Bazen şöyle diyorum: Solcu erkeklerin günahı neydi o zaman? Yani şaka bir yana, bizim işimiz kadınların erkekleri hırpalamasını teşvik etmektir bence. Uzun yıllar boyunca Türkiye’de cumhuriyetçiler mi kazansın, şeriatçılar mı kazansın ikileminde yaşadığımız varsayıldı ve “biz ne demeliyiz” diye konumlanıldı. Bu değil ki bizim konumuz. Biz kadınlar için bir toplumsal devrim istiyoruz. Alttaki, evdeki hayatı değiştirmek istiyoruz. Bu tartışmaya bu kavramlarla girmek lâzım. Bir tepki hareketi olmaktan daha ileri bir ideolojisi var feminizmin. Abdullah Gül seçilirken biz neden Hayrünnisa Gül’ün başörtüsünü savunmak zorunda kalaydık ki? 15 yaşında okul bırakıp evlenmek kadınlar için iyi bir model diyebilir miyiz? Bence o dönemeçte İslâmizmi, yeni-muhafazakâr düşünceyi eleştirmek Kemalistlere bırakılmamalıydı. Onlar birbirini çok kolay besleyen bir ikili zaten. O zaman konu kadınlara gelmiyor, “kim Türkiye’yi daha iyi yönetir” meselesine geliyor.
İslâm’ın kadına bakışına karşı bir feminist, klasik laisist bakışın kestirmeciliğinin ötesinde ne söyleyebilir?
Klasik laisistler arkaik bir şey söylüyor, kendi geçmişlerini savunuyorlar. Feminist bir kadın yeni bir şey söyleyebilir. Bizim işimiz tarihten ziyade gelecekle ilgilenmek olmalı. Feminizm yıkmak için vardır. Kadınları erkek egemen sistem eziyor, ufaltıyor, sömürüyor. Buna karşı çıkarken demokrat olacağız diye bir şart yok. Dolayısıyla, biz Türkiye’de dinî düşüncenin Kemalistler tarafından baskı altına alınıp alınmadığı konusuyla ilgilenmeyebiliriz. Bu bizi ilgilendiren bir şey olmayabilir. Erkekler, Kemalist de olsalar, dinci de, sosyalist de olsalar, kadınları ezip sömürüyorlar. Bu objektif bir gerçek, ama seküler bir dünya feministler için de, tüm kadınlar için de daha imkânlıdır. Bu inkâr edilebilir mi? Yani tek tanrılı dinler kadınlara özgürlük kapıları aralar diyebilir miyiz? Feministler açısından başörtülü kadınların erkek egemenliğine karşı çıkışları, bu karşılıklı etkileşim çok önemli, ama dindar feministler erkek egemen-dinsel ideolojiyi reforma uğratamadı. 2007 seçimlerinden hemen önce Nazlı Ilıcak, Nuray Mert ve Pınar Selek beraber başörtülü bir fotoğraf çektirmişlerdi, seçimlerde başörtülü adayları desteklemek için. Ben bu fotoğrafa gerek yoktu diye düşünmüş ve bir eleştiri yazısı yazmıştım. Tesettürlü yaşamayı savunan kadınlara destek vermek, onlarla empati kurmak feministlerin işi değil bence. Ama kadınların emeklerine, bedenlerine, kimliklerine sahip çıkma mücadelesinde feministler bütün kadınlarla beraberler, o ayrı. Zaten bugün artık başka bir aşamadayız, “örtünme İslâm’ın gereği midir” tartışması bugün gayrımeşru bulunuyor. Bugün “dindarım ve örtünmüyorum, çünkü saçı kapatmakla ilgili Kur’an’da doğrudan bir emir yok” deyince baskı görmek veya bir politik kampa dâhil edilmek ihtimali yüksek. Ya da bu meseleyi dinsel referanslar kullanmadan konuşmak çok zor. Bu, büyük bir ideolojik şiddetin sonunda elde edilmiş bir kazanım. Bunu kazandılar. Başörtüsü olduğu zaman bir kadına dindar deniyor. Bir de artık sadece mahalle baskısı değil, hükümetin kendine karşı çıkan herkese karşı hukuksuz bir baskısı var. O yüzden, şimdi, “Yetmez ama Evet” sonrası diye tabir edebileceğimiz şu dönemde “demokrasi mi, totalitarizm mi”, “cumhuriyet mi, şeriat mı” gibi ikilemler artık gayrımeşru tartışma başlıkları bence. Bugün de dün olduğu gibi biz feministler aşk, cinsellik, çalışma hayatı, annelik, beden gibi konularda egemenler ne diyor, biz ne diyoruz diye bakmaya çalışıyoruz. Ama sadece itiraz ederek değil, yeni durumlar için yeni analizler yaparak ilerlemek gerekiyor. Bizi ezenlerden önde olmamız gerek. Ben İslâmcıların, ama Kadın ve Aile dergilerinde, ama Sızıntı dergilerinde, Zaman gazetesinde, ilmihallerde, Büyük Doğu’larda, risalelerde kadınlar için neler söyleyip yazdıklarına kendimce baktım. Buralarda kadın özgürlüğüne ve feminist düşünceye düşmanlıktan bol bir şey görmedim. Yıllardır bu konularda yazmaya beni sevkeden bu düşmanlıktı. Kitabımın önsözünde “düşmanını tanımak önemlidir” demem o yüzden.
Söyleşi: Ayşegül Oğuz – Merve Erol / Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu
Express, sayı 132, Ocak 2013
Not: İlk sayısı 8 Mart 1987’de yayınlanan Feminist’in o günler için hayli yeni olan bir boyutu ve rahat bir sayfa düzeni vardı. “Arada bir çıkar” şiarıyla, düzensiz aralıklarla yayınlanan, ilk kuramsal tartışmaları, kültür eleştirilerini, örgütlenme çağrılarını, toplantı ve eylem izlenimlerini, gündelik hayata dair notları bünyesinde barındıran Feminist’in yedinci ve son sayısı Mart 1990’da yayınlandı. Feminist’in halefleri Kaktüs (1987-1990) ve Pazartesi (1995-2005) dergilerinin bütün sayılarının pdf’leri de pazartesidergisi.com adresinden ücretsiz indirilebiliyor.
Not 2: Yeni muhafazakârlığın kadınlara yönelik en büyük saldırılarından kürtaj yasağı hakkındaki tartışmalar dinmiş gibi görünse de, hâlâ masanın üzerinde duran bir konu olmayı sürdürüyor. Kürtaj Haktır Karar Kadınların Platformu’nun hazırladığı “İstemeden hamile kalırsanız…” başlıklı broşür, hamilelikten korunma yöntemlerinden kanun ve mevzuatlarda konunun işlenişine, hastane ve doktor seçimine kadar pek çok konuda temel bilgileri içeriyor. Broşür, kurtajhaktir.com adresinden indirilebilir.