4 Ağustos tarihinde Nuray Mert’e açık cevap başlıklı yazısında Perihan Mağden adımı anmış. Şöyle yazmış Mert’i kastederek: “Hatta Radikal İki’ye bir yazı gönderen ve ‘feminist’ yazısı boyunca tamamıyla benim söz konusu yazılardaki fikirlerimi (pek tabii ki benim ismimi 1 kez dahi geçirmeden) ‘savunarak’ N. Mert’e yetiştirme gayretkeşliğine girişen Handan Koç’a yazdığı ‘cevap’ yazısında, ismimi DE verme gönlübolluğunu gösterdi bile. (24 Nisan tarihli ‘Kadın ve siyasete devam’ başlıklı yazısı).
İki yazar bir süredir atışıyor. Bu tartışmaya katılmayı amaçlamıyorum. Bana yapılmış bir itham var. Cevap hakkımı kullanmaya, kota ve seçimler üzerine birkaç şey yazmaya niyet ettim. Önce cevap hakkını aradan çıkarayım.
Perihan Mağden nedense onun fikirlerini onun adını anmadan “savunarak” Nuray Mert’e yetiştirmiş olduğumu düşünmüş ve bunu yazmış da. İki’de yayınlanan yazımın ana fikri Nazlı Ilıcak gibi tescilli bir antikomünist ve antifeministle birlikte, onun gazetesinde, KA-DER’in (Kadın Adayları Destekleme Derneği) kampanyasını eleştirmenin ve hep beraber başörtü takıp fotoğraf çektirmenin feministler için uygunsuz olduğuydu. Politik görüşlerime uygun olarak yazdığım bağımsız bir eleştiri yazısı olarak ele alınmasını arzu ederdim. Çok uzun bir süredir kadın kurtuluş hareketi içinde yer alan, onun zengin kaynakları ile beslenen biriyim. İki yazar arasındaki tartışmadan etkilendiğimi söyleyemem. Perihan Mağden’in bu şekilde düşünmesine ne sebep olmuş olabilir bilemiyorum. Ayrıca Türkiye’de feministlerin kota konusunu ele alışlarının ve siyasi partilere önermelerinin tarihi epey eskidir. Ben 24 yıl önce ilk bilgilerimi Kadın Çevresi’nin unutulmaz bürosunda Stella Ovadia’dan ve Şirin Tekeli’den almıştım. İkisi de hâlâ bu konuda ulaşılabilecek kaynak kadınlar. Meraklılar, tartışmalarına derinlik katılmasını isteyenler onlarla röportaj yapabilir, öneriyorum.
Başka önerilerim de olacak. 1987-89 yılları arasında çıkardığımız Feminist dergisinde Şirin Tekeli ile yaptığım bir röportajı anmak isterim. Şirin uzun uzun, tatlı tatlı anlatmıştı. ll. Dünya Savaşı sonrasında BM çerçevesinde yapılan uluslararası anlaşmalarda benimsenen bir eşitlik kavramı var. Ama yasalara eşitlik diye yazmak eşitliği getirmiyor. Kota, ayrımcılık ve pozitif ayrımcılık kavramlarını içeren bir anlayışa evrensel hukuk ırkçılık karşıtı hareket ve daha ziyade kadın hareketinin etkisi ile 70’lerde kavuşuyor. Sadece siyasette değil hayatın her alanında eğitimde, ekonomide, işe alınmada kotalar söz konusu olabiliyor. Kota ezilenlerin uluslararası hukuk alanındaki evrensel bir kazanımı. Ama ulusal olarak uygulanması hükümetlere kalmış. Dünyanın BM hukukundan ziyade uluslararası sermayenin kurallarına göre yönetildiğini düşünenler olabilir. Ama 70’li yılların evrensel kazanımları kolay gözden çıkarılamaz. Tıpkı sendikalaşma hakkı, tıpkı sosyal güvenlik gibi..
Türköneler
Elbette kota pratikleri her hukuki düzenleme gibi tuzaklar içeriyor. Nitekim Amargi dergisinin 2007 yaz sayısında yer alan yazısında Gülnur Savran kota üzerine bugün yapılacak feminist bir tartışma için bazı önermelerde bulunmuştu. “Kota talebinin gerçek bir içeriğe kavuşturulması için iki ayağı olması gerekiyor kadınların kendi talepleri doğrultusunda oluşturacakları programlar ve temsilcilerini seçecekleri kendi öz örgütlenmeleri” derken işaret ettiği noktaları önemsememek mümkün değil. Aynı dergide yer alan “Kotalar nasıl işlevsel hale getirilebilir?” isimli çeviri yazıyı okuyunca, mesela Arjantin’de kotanın nasıl başarı ile Fransa’da ise nasıl zorla uygulana geldiğini görüp konuyu değişik toplumsal ve tarihsel faktörleri gözeterek ele almak ihtiyacı üzerine düşünmek mümkün.
Yine konunun meraklıları için Pazartesi’nin yeni çıkan “Kadınların ezilmesi Allah’ın emri mi kulun fikri mi?” başlıklı kitapçık içinde, 10 yıl sonra yeniden basılan Sibel Eraslan röportajını da tavsiye ediyorum. Bu söyleşide Eraslan, Refah ve Saadet Partisi erkeklerinin kendi öz örgütlerinden gelen kadınlara yönetim yollarını nasıl kapadıklarını açıkça anlatır. Bugün için bizi ilgilendiren T. Erdoğan’ın konuyu “kota da neymiş, kadınlar mal mıdır ki?” diyerek ele alıyor olması ve Türkiye’yi Aksu, Çiçek, Unakıtan ve Gül ekibi ile ve bu ekibi destekleyen demokrat- düşünürlerle birlikte uzun süre yönetiyor olacağıdır.
Bugün 50 kadının Meclis’e girmesine çok sevinmemizi öneren çok yazar var. Oysa bu mümkün değil. Bu tuhaf seçimin öncesinde kadın hareketinden çeşitli partilere başvuru yapan arkadaşlarımız oldu ve ama hiçbiri aday olamadı. Hareket bağlantılı bir kadın DP’den aday olmaya kalkınca aramızda “işkenceci” olarak dosyası açılmamış bir Mehmet Ağar’ın partisine girilir mi diye kıyametler koptu. Ama zaten bu aday adayının üstünü parti hemen çizdi. KA-DER başkanı AKP’ye adaylık başvurusu yaptı, manşetlere girdi de aday listelerine sondan bile giremedi. Eski Türk Toplumunda Cinsiyetçi Kültür isimli bir kitabı olan Mualla Türköne’nin adı hiç anılmadı da, mazisini devrimcilerin çok iyi bildiği Mümtaz-er Türköne’nin kendinden yaşça hayli genç olan yeni eşi Özlem Türköne milletvekili oldu. Deniz Baykal’ın özel kalemi olmak, büyük servetlerin varisi olmak, YÖK’ün torpilli memuru olmak gibi nitelikleri olan kadınlar bu parti vasfı kalmamış partilerden milletvekili seçildiler. Hareketin kadınları bekleyedursun hareketle fikir düzeyinde bile zerre bağlantısı olmamış adamlar feministler adına ve bıyıkları ile adaylıklarını açıkladılar.
Tek istisna DTP oldu. Meclis’e giren partiler arasında sadece DTP’de kadın kotası vardı. Şimdi bizler çokeşliliği savunan ve kadın eli sıkmayan erkeklerle dolu parti çevresine rağmen, yıllardır uğraşarak kota hakkını elde eden bu kadınları Meclis’te izleyecek, destekleyeceğiz.
Mert ve Mağden arasındaki atışmaya dönecek olursam. Bence erkekler arası kavgalar kadınları ürkütüyor. Bizlerin düello mazisi yok. Kadınlar arası kavgaları küçümseyerek izlemeye ise erkekler bayılıyor. Belki birkaç gün geçince bu iki yazar fikirlerden çok uzaklaşan ve şahsileşen bu kavgadan en fazla zevk alanların erkek-egemenler olduğunu fark ederler. Belki Türkiye’nin, uyudukları oda ve yazı yazdıkları bilgisayar arasındaki mesafeden daha geniş, cep telefonlarındaki isim ve mail kutularındaki adres listelerinden daha kalabalık, sinir sistemlerinden daha kıymetli bir organizasyon olduğunu yeniden hatırlarlar.