Handan Koç’la Muhafazakarlığa Karşı Feminizm Üzerine Söyleşi
bü’de kadın gündemi
Büşra Üner
Feyza Arlı
Bu yıl bahar döneminde muhafazakârlık üzerine yaptığımız dosya çalışması sırasında Handan Koç’un Muhafazakarlığa Karşı Feminizm adlı kitabını okuduk. Kitabı kulüp arkadaşlarımızla tartıştıktan sonra yanıt bulmak üzere Handan Koç’la bir söyleşi gerçekleştirdik. Bu söyleşi sırasında Handan Koç’un muhafazakârlık üzerine çalışmaya başlama ve Muhafazakarlığa Karşı Feminizm kitabını yazma nedenlerini, Müslüman kadın platformlarıyla ilişkilerini, Müslüman feministlerin çalışmaları ve AKP’nin muhafazakâr politikaları hakkındaki düşüncelerini konuştuk.
Söyleşiye öncelikle ‘‘Muhafazarlığa Karşı Feminizm’’ kitabını nasıl
yazmaya karar verdiğinizi konuşarak başlayabiliriz.
Handan Koç: AKP iktidara geldikten sonraki dönemde, toplumda iki ruh hâli olduğunu gözlemledim: “Tehlikenin farkında mısınız?” diyenlerin, yani Türkiye Cumhuriyeti kurucu kimliğiyle özdeşleşen eşitlikçi kadınların ruh hâli ve AKP’nin iktidara gelmesinden ümitli olan ların ruh hâli. Yani, bu iki ruh hâlinin ortasında hem feminist ortam larda hem de gözlemlediğim egemen muhalif ortamlarda AKP karşıtı net bir ideolojik, politik veya psikolojik duruş olmadığını hissettim.
AKP iktidarından önce de, kadınların ezilmesi ve sömürülmesi açısından Türkiye’deki İslamcı geleneğin kritik bir gelenek olduğunu ve bu politik gelenekle açıkça yüzleşilmesi gerektiğini düşünüyordum. Benim gibi düşünen pek yokmuş. Bu sebeple de yazmaya başladım. Eğer böyle hissetmeseydim muhafazakârlık konusu üzerine bu kadar arka arkaya yazı yazmazdım. Ben bu yazıları yazdıktan sonra kitap hâline gelebilecek kadar çok yazı oldu. Aslında bir kitap olsun diyerek ya da muhafazakârlık üzerine çalışma yaparak başlamadım bu yazıları yazmaya. İktidardaki muhafazakârlara karşıt olmasına rağmen feministçe yazılmış yeterli sayıda kaynak olmadığını gördüğüm için, politik reflekslerim sayesinde bu yazıları yazdım. Bunun yanı sıra biz, Pazartesi dergisinin periyodik olarak yayımlandığı dönemin sonrasında Beyhan Demirle aşk, cinsellik, bedenimiz, annelik, emek ve din konulu dosyalar hazırladık. O, dosyalar için her konuda bir yazı yazıyorken ben aşk ve İslamcı düşünce üzerine yazdım. Muhafazakarlığa Karşı Feminizm kitabımda o yazılar da yayımlandı. Devamında yazdığım yazıları bu dosya çalışması tetiklemişti. Ondan öncesindeyse, Esad Coşan’ın başyazarı olduğu Nakşibendilerin Kadın ve Aile adlı dergilerini okumuştum. Bu derginin 90’ların en önemli İslamcı kadın yayını olduğunu düşünüyorum. Derginin içinde entelektüel kadın yazarlar da vardı. Esad Coşan öldükten sonra Pazartesi dergisine onunla ilgili bir yazı yazmıştım.
90’lı yıllarda İslamcı hareketten kadınlar, Gökkuşağı ve Başkent Kadın Platformu gibi gruplar etrafında toplanarak kamusal alanda daha çok görünür olmaya ve örgütlü bir mücadele yürütmeye başla dı. Sizin bu platformlarda yer alan kadınlarla görüşme imkanınız oldu mu? Bu platformların çalışmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
2000 yılı kadın hareketi açısından önemli bir yıldır. 2000 yılında Ekmek ve Gül adında dünya çapında kadın yürüyüşleri örgütlendi. O yıl Ankara’da büyük bir miting gerçekleşti. O mitingde Başkent Kadın Platformu ile beraber yürüdük. Onlarla dergi için röportaj yapmıştım. Bunun yanı sıra Pazartesi dergisi ya da o yıllarda çeşitli kampanyalar düzenleyen, benim de yakın ilişkilerim olan, feminist grupların sizin de adlarını saydığınız bu platformdan örtülü kadınlarla ilişkileri vardı. Mersin’de örtülü bir arkadaşımız Pazartesi dergisini satıyordu. Pazartesi dergisi de örtülü bir kadın olan Sibel Erarslan ile kadın politikalarına dair düşüncelerini konuşmak için bir röportaj yapmıştı. Bugünden bakınca en önemlisi Konca Kuriş’i, öldürülmeden önce kadın platformlarında yer alan bir feminist olarak tanıyor olmamız diye düşünüyorum. Konca Kuriş kaybedildiğinde feminizme yakın ya da uzak duran çeşitli İslamcı kadınların bu ölümü nasıl değerlendirdiklerine dair de Pazartesi dergisinde bir dosya hazırladık. Çünkü, Konca Kuriş’in ölümü çok sert bir hadiseydi. Biliyorsunuz ki Konca Kuriş 1998’de evinden kaçırıldı; bedeni 2000 yılında betonlar altında bulundu ve cinayetin bir Hizbullah cinayeti olduğu ortaya çıktı. Bu noktada, tarihsel olarak örtülü kadınların mücadelesini feministler gibi ele alan başka bir ideolojinin olmadığını düşünüyorum.
Başörtü konusu tartışmalı bir konu. Siz de “Bedenimiz Bizimdir” ve “İslamcılar” adlı yazılarınızda başörtü mevzusunun Türkiye’deki kadınları bölen bir konu olduğu üzerinde duruyorsunuz. Yani, örtülü kadınların fiili olmasa bile başı açık kadınları baskı altına aldığını söylüyorsunuz. Bununla ne kast ettiğiniz üzerine konuşabiliriz.
Tam olarak baskı altına almak şeklinde bir cümlem yok ama tesettürlü bir kadının örtüsünü bir bayrak gibi taşıdığı, tesettürlü kadınların kendi ifadeleridir. Saçının bir telini bile göstermeyen bir kadın diğerlerine “Ben Müslümanım, oysa sen örtülü değilsin.” imasında bulunuyor. Her örtülü kadın tebliğ amaçlamıyor elbet. Ama mesela, 80’den önce devrimcilerin politik çalışma yaptıkları, yaşadıkları gecekondu mahalleleri vardı ve bu mahalleler, faşizme karşı direniş mücadelesinin önemli olduğu mahallelerdi. O mahallelerde militan kadın mücadeleleri de olurdu. Bu mahalleler, Alevi mahallesi de olsa Sünni mahallesi de olsa köyden yeni göç etmiş insanların yaşadıkları yerler olduğundan, oralara politik çalışma yapmaya giderken kadınlar, başlarına bir şey örtmeden mahalleye giremezdi. Aksi takdirde başları açık ve farklı oldukları için polis tarafından hemen tanınırlardı. Yoksa mahalledekiler onlardan örtünmelerini talep etmezdi. Bu çok uzun zamandır Müslüman kadınların başörtülü yaşamayı gelenek haline getirdiklerine dair bir örnek. Başörtüsüz yaşamak da Cumhuriyetçi bir gelenek. Pek çok kadın Müslüman ve başı açık yaşamak istiyor. Bana sorulursa, kadınların başını örtmesine karşı olduğumu söyleyebilirim. Çünkü, erkekler için böyle bir sınırlama olmamasının nedenini sorguluyorum. Kadınların saçlarını örtmesinin istenmesinin dinsel gerekçesi cinsel olarak erkeği tahrik etmesi. Ama Kur’an’da “Domuzeti yemeyin!” netliğinde, “Ey kadınlar, saçınızı asla göstermeyin!”
denmiyor. Bir erkeğin bir kadını mülk olarak görmesi geleneği ile örtüşen bir uygulama var. Bir ülkedeki kadınların başörtü meselesi bir sorun olarak görülüyorsa devlet politikalarıyla bu sorun çözülemez. Bununla birlikte kadınların başlarını örtmeleri doğal bir durum olarak da görülemez. Çünkü, doğal olarak örtü diye bir şey yok. Örtünme meselesi, İslami felsefede İslamcı erkek egemen düşünce tarafından dayatılmış bir durum. Ama bence tesettür konusu zorlama. Sadece kadınların değil; insanlığın felsefi tartışmalardan kaçmayan kapsayıcı yeni düşüncelere ve ahlak tartışmalarına ihtiyacı var diye hissediyorum dünyamıza bakınca. Ama kadın hareketi açısından ben kutsal metinlerden ziyade ilmihalleri ve tarikatlarca geliştirilen hap gibi önerileri dehşet verici buluyor ve bu külliyatı reddeden bir dil oluşturmayı çok önemsiyorum. İlmihal-
leri ayrıntılı olarak okurum ve herkese de okumasını öneriyorum.
Ben, Türkiye’de tesettürün bir paket olduğunu düşünüyorum. Tesettür ve devamında gelen tüm dini yaptırımlar, ilmihallerde ve diğer egemen Sünni hadislerde kadınlar için bir topluluk yaşantısı örgütlüyor. Kapıyı açtığında, mutfağa girdiğinde, çocuk doğurduğunda hayatın her aşamasında kurallar koyuyor ve bunlar benim gördüğüm kadarıyla hep cinsiyetçi. Sonra katı bir kadın erkek rolü var. Kadın hep tahrik eden rolünde. Oysaki bir kadın da bir erkeğe baktığı zaman onun saçından tahrik olabilir. Tabii bir de, kutsal kitapların erkek egemen kültürün yaratıcıları olmaması durumu var; onlar zaten var olan erkek egemen kültür içine doğmuşlar. Yorumlar yazıldığı zaman dünyada kadın-erkek eşitliği diye bir kavram yok. Hadisler yani yorumlar erkek egemen kültür ile örtüşerek bugüne kadar bir birikim olarak geldi. Buna karşı çıkmak gerekir. Tesettür denmesini önemli buluyorum. Çünkü Türkiye’deki tesettür fikriyatının gelişiminin kendine özgü yanları olduğunu düşünüyorum. Türkiye’deki tesettür uygulamasına göre saçının tek bir kılı bile hiçbir erkeğin yanında görünmemeli. Bence dindar bir kadını bu şekilde bir örtünmeye zorlayan net bir emir yok; ancak bu tarz örtünmeyi mecburi kılan İslamcı bir paket var. Kişi de o İslamcı paketin içinde olduğu zaman o çevre, o kişiyi olumlu karşılıyor. Budurumda başörtülü kadınların diğer Müslüman kadınların inançlarını yargılama ihtimali doğuyor. Ancak, Türkiye’de birçok başı açık ya da başı örtülü kadın birbirleriyle ahbaplık yapabiliyor. Tabii birbirlerini yargılamadıkları müddetçe.
Şu ana kadar kişiler üzerinden konuştuk. Peki, başörtülü ve başı
açık kadınlar arasında yaratılan bu ikilikte siyasi iktidarın payını
nasıl değerlendiriyorsunuz? Siyasi iktidar, bu kutuplaşmayı nasıl
besliyor?
İslamcı düşünce, 80 sonrasından 90’lara kadar olan sürede pek çok şeyi
ihmal ettiği bir yükseliş yaşadı. 80’lere gelirken toplumda en büyük
kadın talebi pardösü giymek ve tesettürle yaşamak değildi bence. 12 Eylül sonrası bir kesinti var. Solcular önce fiilen sonra fikren yok ediliyor, yeniliyorlar. İslamcı ideoloji kadınların nasıl yaşaması gerektiği üzerine politik ve toplumsal bir ajandayı kadınlara çeşitli organizasyonlarla sunuyor. Cumhuriyet rejiminin İslamcı düşünceye koyduğu engeller ve yasakların oluşturduğu bir mağduriyet geçmişi var. ANAP (Anavatan Partisi) iktidarı bakanlarından Cemil Çiçek, Türkiye sağının son otuz yılını anlatan sembol bir figür olarak düşünülmeli. Öte yandan İslamcı ideolojinin eski ve yeni metinlerini okuduğumuz zaman, kadınlar için hemen hemen hep aynı şeyleri söylediklerini görebiliriz. Bu metinlere göre, kadınlar mümkün olduğu kadar görünmez ve erkeğe göre güçsüz olmalılar. Tesettürcü paket derken bunları kast ediyorum. Bunun yanı sıra İslamcı ideoloji için annelik de önemli bir nokta; kadınlar görünmez olmalarının yanı sıra iyi bir anne de olmalılar. Ancak doksanlarda ortaya çıkan militan, tebliğci, mücahide ve feminizan kadınlar sadece iyi bir anne olmayıp politikacı, yazar, sanatçı olmak isteyen özgün örtülü bir kadın tipi yaratarak bu paradigmayı kırdı. AKP iktidarı ise bu İslami hareket içinde öncü olan kadınlara, iktidar mevkilerinde eşit yer vermeyerek erkek egemen düzeni pekiştirdi. Milli görüş geleneği ile yeni dünya kapitalizmini harmanladı.
“Neden regl olduğum günlerde özgür olamayayım?” diyen Konca Ku-
riş tipi orijinal, öncü tesettürlü kadınları sevmedi, sevdirmedi. AKP iktidarı, Saadet Partisi’nin yükselmesini sağlayan kadınlara “Buyurun, siz önden gidin, sizin bu işte çok emeğiniz var.” demedi. Onları tasfiye etti. Sibel Eraslan gibi bu iktidara sevinerek boyun eğenler oldu; eğmeyenler de. AKP iktidarından önce, çok önceden gelen bir İslamcı ideolojik düşünce üretimi var. 90’larda dünyada yükselen yeni-muhafazakâr dalga ile özellikle kadınlar Bize Nasıl Kıydınız (2) gibi romanları çok okuyor oldular. Bugün, bu 90’larda yükselen güç iktidarda ama parçalanmalar içinde. AKP kendi eliyle bir elit yaratarak yoksullarını stabilize etti. Bunun yanı sıra bir grup İslamcı ve entelektüel kesim yalnız kaldı. Sonuç olarak da bir grup tesettürlü, AKP karşıtı oldu. Tesettür dayatması kadınları etkiledi ve biz özgürlükçü kadınların kaybı çok oldu diye düşünüyorum.
Peki, başörtülü kadınlarla başı açık kadınlar arasında yaratılan bu
kutuplaşmayla nasıl mücadele edebiliriz?
Şu anda sizler kutuplaşma olduğunu düşünüyor musunuz? Kutuplaş-
ma, örtülüler ve örtüsüzler arasında mı yoksa AKP’liler ve diğerleri arasında mı? Son altı yedi yıldır ikinci ihtimalin dönemine girdiğimizi
düşünüyorum.
Son zamanlarda Fransa’da burkini yasağına dair haberler çıktı. Fransız kadınlar, Müslüman kadınları destelemek için burkini giyerek denize girdiler. Aslında, bu yasağa karşı bir protesto gerçekleştirmiş oldular. Bu protesto da bir dayanışma hissi uyandırdı. Bunun yanı sıra, bazen bu örtülü ve örtüsüz arasındaki ayrımı kendi arkadaş çevremizdeki tartışmalarda da görebiliyoruz.
Türkiye’de şu an örtünen kadınlara yönelik baskıya karşı mücadele etmemizi gerektiren bir durum olmadığını düşünüyorum. Şu an “başörtülü” (3) bir iktidar var Türkiye’de ve hukuksal düzen açısından her şey hayat memat meselesi. Bizim erkeklerin imtiyazlarına karşı çıkmayı mı yoksa ayrımcılığa uğrayan tüm kadınlarla dayanışmayı mı önemseyeceğimiz kritik bir tercih olabiliyor bazen. Ben erkeklerle ve kadınları hedef almaktan çekinmeyen politik iktidarla mücadele etmenin ve başımızdaki düzene karşı mücadele eden özgürlükçü, eşitlikçi kadınlarla dayanışmanın önceliğimiz olması gerektiğine inanıyorum.
2007 yılında Nazlı Ilıcak, Nuray Mert ve Pınar Selek Tercüman gazetesi için başlarını örterek başörtülü kadınlara destek fotoğrafı çektirmişlerdi. Bunun yanlış olduğunu düşündüğümden buna dair Radikal gazetesinde bir eleştiri yazısı (4) yazmıştım. Bu durum, burkini yasağına karşı yapılan protestolardan farklıydı. Biz bir Avrupa ülkesi değiliz. Yaşadığımız ülke ve yaşadığımız bölgedeki hayati önceliklerimiz çok kritik. Türkiye, hep yarı faşist bir ülkeydi. Kürtlere karşı bir tutumu vardı. Fakat, ideolojik olarak Türkiye’de Müslüman olduğunu söyleyen birine halk baskı uygulamaz. Örtülü kadınları sevmeyen Cumhuriyetçiler ve örtülü kadınlara baskı uygulayan kurumların var olduğunu bilsem de bunu öncelikli bir sorun olarak görmüyorum. Bizim önceliğimiz, 15 yaşında kızların örtünmemesi olmalı. Çünkü, egemen “tesettürcü» (5) pakete göre adet gördükten sonra her genç kız küçük bir kadın sayılıyor. Erkek egemen Sünni kurala göre regl olduktan sonra kız çocukları evlenebilecek yaşa geliyor. Yoksulluk olmasa kadınların çalışmaması ve evin reisinin her zaman erkek olması öneriliyor. Piramidal bir dünya ve başında mutlak bir otorite makul görülüyor. Bu noktada, İslamcı kesim çocuk gelin sorununa bile ikna olmuyor. Recep Tayyip Erdoğan, “Kürtaj cinayettir.” derken, “Kadın-erkek eşitliğine karşıyım.” derken, kendi külliyatına bağlı olarak tutarlı konuşuyor. Cahilliklerinden ya da ruhları fesat olduğu için “Kadın fitnedir.” demiyorlar; düşünceleri böyle. Sadece Erdoğan değil; ılımlı veya ılımsız İslamcılar böyle. Kadınlar da zorlandıkları için desteklemiyorlar bu düşünceleri. Gönülden, yani kalpleri ve bedenleriyle aidiyet hissederek bu düşüncelere bağlanıyorlar. Biz ise hiçbir fikre öyle koşulsuz bağlanmayız. Aklımızı kullanarak, kuşkular ve sorularla düşünmeye özen gösteririz. Bir de, kadın cinsinin kazanımlarının tarihi çok eski değil. Sadece İslam için değil; Hıristiyanlık, Musevilik gibi ideolojileri kadın bakış açısıyla eleştirebilecek imkanları bulmamızın tarihi yüz yıl öncesine dayanır.
Yani, kadınların “Ev işini paylaşırım.”, “Soyunur denize girerim.”, “Pa-
ramı alırım, cebime koyarım.” diyebilmesinin tarihi daha yeni. Bizim de esas konumuzun bu yüzyılda ancak elde ettiklerimizi kaptırmamak olduğunu düşünüyorum. Örtülü arkadaşımızla bu konularda anlaşıyorsak ne âlâ.
Annelik rolü üzerinden kadının değerli olması Cumhuriyetçi ve İslamcı ideolojilerin ortak noktası. Tarih boyunca devletin kadını dolayısıyla aile yapısını kontrol altına alırken annelik rolünü öne çıkarttığını söyleyebiliriz. Günümüzde de muhafazakâr iktidar, söylemlerinde kadına ve bedenine çokça atıfta bulunuyor ve söylemlerini dini referanslara dayandırıyor. Diğer yandan çocuksuz kadınlara yönelik “yarım kadın” söylemini duyduk. AKP’nin muhafazakâr ideolojisini kadınlar üzerinden uygulamaya çalışarak onları aile içine hapsettiğini görmezden gelemeyiz. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Muhafazakâr ideolojik söylem kadın bedenine ve haklarına nasıl bir yük bindiriyor? Feministlerin bu alana dair mücadelelerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Orada aklın dinsel ideolojiden özgürleşmesinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Tüm ezilenlerin mücadelesi ve geleceğimizi başka türlü inşa edebilmek için aklımız dinsel ideolojiden özgürleşmeli. O zaman referans almamız gereken şeyler yeni üretilmiş şeyler olacaktır; geriden gelen ve kutsal addedilen dogmalar değil. Çünkü biz kadınlar, var olan durumumuzdan çok farklı bir dünyaya geçmek isteyen kesimiz. Dolayısıyla bedenimize dair meseleleri geçmişe dair referanslarla değil bugün kendimizin oluşturduğu referanslarla sürekli tartışmak zorundayız. Taleplerimizi ve önerilerimizi bu doğrultuda oluşturmalıyız. Politik sistemler kadınları bir biyoloji hapishanesine sokan çok köklü bir erkek egemen erk ve kültür üzerine kurulu. Bizim bedenimizle ilgili tahakkümün kitabını yazmışlar. “Bu kitapların herhangi birinden alınan referansları reddediyoruz!” ve “Bunun inançla ilişkisi olmadığını düşünüyoruz!” diyerek nokta koymalıyız. Yeni sayfalar gerek bize. Biz doğuracak mıyız doğurmayacak mıyız tartışmasını yaparken onlar iki çocuk mu üç çocuk mu diye sayı konuşuyorlar. “Biz evin işlerini yapan bir sınıf olmayacağız; bu köleliktir.” diyoruz, “Çocuklara kadın erkek beraber bakacağız.” diyoruz. “Doğuran ve doğurmayan yakınlaşsın.” diyoruz, erkekleri bu bakım işine dahil etmeye çalışıyoruz. Diğer yandan yeni dünya düzeni kadınlara bir çocuğu en iyi nasıl büyütebileceğine dair sürekli, daha hassaslaşmış ve para harcamak gerektiren yeni şeyler öneriyor. Oysa biz eski büyük kitaplar-
dan kopuk, kapitalist dayatmaları kırmak isteyen, yepyeni beyaz bir sayfa peşindeyiz. Bedenimize girilmesi çıkılması ile ilgili kültürel biri kimlerin hepsini, bunlar ister holiganlardan, ister kutsal metinlerden, ister reklamlardan gelsin, çöpe atmak istiyoruz. Ben en azından böyle düşünen bir feminist oldum on yıllardır. Benim özel olarak derdim, muhafazakâr iktidar, Sünniler ya da İslamcılar değil. Bütün egemen dinsel yorumlarda bu var. Bizim hiçbiriyle işimiz yok. Hepsini yeniden yazacağız. Holiganlarla ne kadar uğraşıyorsak imamlarla da aynı şekilde mücadele etmeliyiz. O imam diye daha kibar olmamız gerekmiyor.
Bize yapılan şeylerin hesabını görmeye biz daha yeni başladık. Beden konusu böyle bir konu. Biz bu uğurda ölüyoruz çünkü. Burada namus cinayeti diye ölünüyor, Amerika’da başka bir adla, İtalya’da başka bir şekilde. Hayat memat meselesi. Yani o referansları meşru olarak gören her şeyi de feministler olarak reddetmemiz gerektiğini düşünüyorum. O reddedişte şu önemli biz feminist olunca mecliste politik kampta bir taraf tutmuyoruz. Tabii ki artık AKP’ye taraf olmak gayrimeşrudur. Çünkü AKP’yi destekleyen birisi kadınların özgürleşmesini desteklemiyor demektir. Belki ekonomi kalkınır, belki daha huzurlu bir ülke olur, belki demokrasi gelir dendi 2002’den beri. Fakat biz huzurun pe şinde değiliz ki. Biz kendi vaziyetimizi değiştirmek istiyoruz ve bu huzursuzluk çıkaran bir şey. Yani kadın mücadelesi kadınları rahatlatan, kadınları güvenli hale getiren bir şey değil. Biz riskler, maceralar alemine kadınlar atılsın ki durum değişsin diyoruz. Jakoben bir şey öneriyoruz tabiri caizse ben Zeyna gibi olalım diyorum.
Yazılarınızda feminizmin, kadınlara aile dışında var oluş hakkı tanımadığı için İslamcı öğreti ile doğrudan mücadele etmesi gerektiğini söylüyorsunuz. Bunun yanı sıra son zamanlarda dinin ataerkil yorumunu tartışan Müslüman kadınların da olduğunu görüyoruz. Örneğin, 2014 yılında İletişim yayınları Zahra Ali tarafından derlenen İslami Feminizmler (6) adlı bir kitap yayımladı ya da internet üzerinde yayıncılık faaliyeti yürüten ve yazarları Müslüman kadınlardan oluşan Reçel adlı bir site var. Müslüman feministlerin bunlar gibi çalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Bulunduğumuz coğrafyadaki ülkelerin hiçbirinde nüfusu tamamıyla
Müslüman olan bir ülke yok; tüm ülkelerde başka dinlerden insanlar da yaşıyor. Tüm bu ülkelerde geçen yüzyıl İslam’ı toplumsal olarak önemseyen politikalar, sağ ideolojilerin bir bileşeni olmuş. Bunun sebepleri olmalı. Geleneksel olanı korumaya yatkın, düzenin devam etmesini önceleyen bir dinsel kültür devralınmış olabilir. Türkiye özelinde ise yakın tarih içindeki anti-komünist, jeopolitik askeri gerçeklikle birlikte düşünülecek bir konu bu. Yani, böyle olmayabilirdi ama böy le. Bu da her Müslüman kadın sağcı olur gibi bir algı oluşturuyor. Ya da Müslüman bir kadın feminist olamaz gibi. Öyle değil elbette. AKP 2002’de çıkış manifestosunda kendini muhafazakâr demokrat olarak tanımlamıştı. Ben de bu politik oluşum bağlamında kitabımın adını Muhafazakarlığa Karşı Feminizm koydum. Müslüman ve feminist olmak bahsi üzerine yazmadım. Oysa İslami feminizmler konusu pek çok ülkeden pek çok kadının düşündüğü, teori ürettiği ve tartıştığı bir zemin.
Ayşe Böhürler’in Duvarların Arkası-Müslüman Ülkelerde Kadın (7) isimli bir belgeseli vardı. O kadar yakın ülkeler olmasına rağmen birbirine o kadar benzemez ülkelerde yaşıyoruz ki. Bizim büyük bir farkımız var. Bu ülkelerde medeni yasa tamamen laik değil. İran’da kadın konferansına katılmıştım. O konferans sırasında öğrendim ki, İranlı kadınlar bizdeki medeni yasaların da Kur’an’a dayalı olduğunu düşünüyorlar. Öyle olmadığını öğrendiklerinde şaşırmışlardı. İslam aile hayatının tamamı ile ilgili bir hukuk önerisine sahip bir din. Biz İslam hukuku dışında bir sistem içinde yaşıyoruz, neredeyse bir yüzyıldır. Dolayısıyla, bizdeki feminizmde yasal hakların kullanılmasına engel olan günlük erkek egemen şiddet ve baskı ile mücadele etmek daha önemli. Malum kadınlar için yazılı yasalar etkili olmuyor; aksine, yazılı olmayan yasalar etkili oluyor. Örf, adet, töre ve daha pek çok şey. Müslüman feministler İslamcılığın uzağındalar. Çünkü, İslamcı olmak bir bütünlük önerisi ve onlarla anlaşmamız mümkün değil. Çünkü, kadın erkek eşitliğine karşı ağır cinsiyetçi kurallar öneriyorlar. Bu nedenle İslamcı kadınları bir problem olarak düşünüyorum. Ama kadın erkek eşitsizliğine zaten karşı olan bir Müslümanla ne sorunumuz olabilir? Müslüman olabilirsin, inançlı olabilirsin, örtünebilirsin, örtünmeyebilirsin. Müslüman olup her şey olabilirsin. Reçel sitesindeki Müslüman kadın yazarları yayıncılığa başladıkları günden beri takip ediyorum. Onlar daha çok Müslüman bir kadın olarak Cumhuriyetçi ideolojiden gördükleri baskıyla yüzleşen kadınlar. Müslüman ve mütedeyyin olarak biz de bu konuyu böyle ele alıyoruz deyip kendi alanlarını yaratmaya çalışan en önemlisi tartışan kadınlar. Bazen Gezi günlerindeki Kabataş saldırısı muammasındaki gibi çarşı karışabiliyor. Öncelikler önemli oluyor.
Muhafazakârlık üzerine yapmış olduğunuz bu çalışmalara devam etmeyi düşünüyor musunuz? Şu an bu konu üzerine yürüttüğünüz bir çalışma bulunuyor mu? İlerleyen zamanlarda çalışmayı düşündüğünüz başka konular da var mı?
Kitaptaki yazıları yazdığım zaman IŞİD yoktu. “Laik” (8) demek neredeyse ayıptı. Şu an, o ideolojik atmosferin, toplumsal muhalefet açısından değiştiğini düşünüyorum. Bugün düzene karşı olan insanlar İslamcılığa eskisi kadar hoşgörülü bakmıyor. Ben kitabımdaki yazıları yazdığım zamanlar, feministler ya da feminist olmayanların bir kısmı askeri vesayet ve Türkiye’nin demokratikleşmesi karşısında muhafazakâr demokrat bir parti olan AKP’den ümitliydi ve bu ümitleri bazı olaylar yaşanana kadar sürdü. Laisizme ve bunun kadınlar için önemine hep batı kaynaklı bakıyoruz. Bu sebeple ilerleyen zamanlarda laisizmin yaşadığımız bölgedeki kadınlar için neden önemli olduğuna dair çalışmak isterdim. Ancak, bu çalışma için çevrilmiş kaynaklara ihtiyacım var. Çünkü, Arapça bilmiyorum, Kürtçe veya Farsça bilmiyorum ve İngilizce seviyem de iyi değil. Burkini meselesi, islamofobi tartışmasını gündeme taşıdı. Halbuki, biz coğrafi olarak islamofobik olan batı tarafında değiliz; biz zaten tabiri caizse, İslam coğrafyasındayız. Özetlersem, aktüel olarak kendimizi doğuya göre konumlandırarak bir gelecek kurgusu yapmamız ve bulunduğumuz yerde temiz sayfalar açmamız gerekiyor diye bir takıntım var bu aralar. Günümüzde, politik mücadele açısından bazı konular devrimini tamamladı. Bu sebeple şu an bizim neleri savunduğumuz önemli. Fakat, İslamcılara karşı benim sinirim henüz geçmedi. İslamcılara hiç acımıyorum; çünkü, onlar da eşitlik ve özgürlük isteyen kadınlara hiç acımıyorlar.
Söyleşi için teşekkür ederiz.
Dipnotlar
(1) Handan Koç, Muhafazakarlığa Karşı Feminizm, Güldünya Yayınları, İstanbul, 2015.
(2) Emine Şenlikoğlu, Bize Nasıl Kıydınız, Mektup Yayınları, İstanbul, 2009.
(3) Handan Koç tarafından tırnak içine alınması istendi.
(4) Handan Koç, “Ilıcak, Mert ve Feministler”, 22 Nisan 2007, 10 Eylül 2016 tarihinde erişilmiştir. < https://www.handankoc.net/ilicak-mert-ve-feministler/>
(5) Handan Koç tarafından tırnak içine alınması istendi.
(6) der. Zahra Ali, İslami Feminizmler, İletişim Yayınları, İstanbul, 2014.
(7) Ayşe Böhürler, Duvarların Arkası-Müslüman Ülkelerde Kadın, bkz.: < http:// tr.duvarlarinarkasinda.com/book-dvd/>
(8) Handan Koç tarafından tırnak içine alınması istendi.