feminizmröportaj

Handan Koç: Kadınların mücadelesini durduramayacaklar!

YENİ ÖZGÜR POLİTİKA – POLİTİK ART – 11 Mart 2015

Kadınlar dünyanın her daim hem emekçileri hem de yoksullarıdır. Bu yoksulluk açık, ölçülebilir ve net bir durumdur. Ama ilginç olan şudur ki; kadınlar ‘biz de varız’ diye isyan edene kadar ne emek tarihinde kendilerine yer bulabilmişlerdir ne de yoksulluklarından söz edebilmişlerdir. 

yur5Geçmişten günümüze kadının emek mücadelesi üzerine bir yazı yazmaya çalışacağım. Benden böyle bir şey istenmesinin iki sebebi olmalı: Önümüz 8 Mart ve ben bir feministim… 2007 yılında Beyhan Demir’le Pazartesi Dergisi Emek Dosyası hazırlamıştık. Kapağındaki sloganımız hem duygularımı anlatıyor hem de çerçevemi ve sorularımı içeriyor .

“Kadınlar yoksulların en yoksulu, emekçilerin de kölesi. Kadın emeği ya en ucuz, ya bedava. Neden?”

Kadınlar yoksuldur

Kadınların dünya zenginliklerinin ne kadarına sahip olduklarına bakınca, biz feministler kendimizi çok haklı hissederiz. Aynı zamanda da çok kızgın hissederiz. Nasıl hissetmeyelim? Şöyle ki:

Dünyada özel mülkiyetin sadece %1’i kadınlara ait. Pek çok erkek, pek çok ailenin tüm finansal kaynaklarını kontrol altında tutuyor ve o ailedeki kadınların ne kadar para harcayacağına karar veriyor. Dünya üzerinde çok az kadın kendi kişisel ihtiyaçlarının tamamını karşılayacak kadar para kazanabiliyor. Kadınlar dünya nüfusunun % 50’sini, yeryüzündeki toplam işgücünün üçte ikisini oluşturuyor. Ancak kadınlar dünya gelirinin %10’unu almakta ve dünyanın tüm mal varlığının %1’ine sahip bulunmaktadır.

Kadınlar neden yoksuldur?

‘Kadınların gelirleri ve sahip oldukları mal mülk erkeklere göre neden daha az oluyor’ sorusu, aslında “Neden dünyada bazı insanlar çok zengin, bazı insanlar ise fakir” sorusundaki gibi açık bir cevaba sahiptir. Çünkü biliriz ki gücün ve paranın sahibi olan egemenler durumlarını kaybetmek istemezler. Zenginlikler ve imkanlar eşit paylaşılmasın diye mücadele ederler.

Kadınlar dünyanın her daim hem emekçileri hem de yoksullarıdır. Bu yoksulluk açık, ölçülebilir ve net bir durumdur. Ama ilginç olan şudur ki kadınlar ‘biz de varız’ diye isyan edene kadar ne emek tarihinde kendilerine yer bulabilmişlerdir ne de yoksulluklarından söz edebilmişlerdir. Oysa kadınlar vardır. Kadınlar emekleri ile vardır. Sadece feministlerin tanımladıkları, görünmeyen emekleri ile yani işten sayılmayan uğraşları ile; yani ayıkladıkları bitler, büyüttükleri bitkiler, kaynattıkları pekmezler, kuruttukları biberlerle değil, sadece baktıkları hastalar, sağdıkları sütler, yoldukları otlar, açtıkları hamurlarla değil; ev içlerinde eş ve anne olarak çalışmışlar, aile mülkü olan tarımsal arazilerde, toprak ağalarının arazilerinde ırgat, taşıyıcı, toplayıcı olarak çalışmışlar, hem ailelerinin tüketeceği hem de başkalarının para ile satın alacağı şeyler üretmişlerdir. Kadınlar sadece şehir evlerinde, göçer çadırlarında, aşiret köylerinde, ev içlerinde değil, sadece bizim buralarda; yani Asya’da, Balkanlar’da, Slav ülkelerinde, Musul’da, Şam’da değil, dünyanın her yerinde ev içlerinde ve ev dışlarında da çalışmışlardır. Ama kadınlar yoksuldur. Çünkü ekonomik bağımsızlığı olan bireyler olmalarının tarihi çok yenidir. Çünkü zenginlikleri ailelerinin malıdır, kendilerinin değil. Çünkü kadınlar tek tek ehliyet sahibi bir kişi olarak görülmek istenmemektedirler. Çünkü ev içinde üretilen mal ve hizmetler erkeklere yaramaktadır. Bu yarara dayanan üretim ilişkisi kadınların mülksüz kalmasının koşullarını yeniden ve yeniden üretmiştir.

Kadın emeği neden görülmez?

Resmi emek tarihi, başka tarihlerde olduğu gibi daha çok erkek emekçilerin bir tarihidir. Tarihçilerin çoğu, işçi sınıfını işçi erkekler üzerinden tanımlar. Emek tarihçisi, kadınları emek piyasasında ve hane halkı içerisinde ihmal etmiştir. Bu ihmalin giderilmesi kadın bakış açısı ile yapılan çalışmalarla olabilmiştir.

Bazı bilgiler aktarmak istiyorum. Kaynağım Ahmet Makal (2009). Şöyle ki;

”Batı Avrupa deneyiminde olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğunda da kadın işçilerin ev dışında ve özellikle fabrikalarda çalışmaya başlaması, daha çok evlerde yapılan faaliyetlerin ev dışına çıkması biçiminde gelişmiş. Bunun dışındaki faaliyet alanlarının gelişmesi, daha önce tedricen ve özellikle savaş dönemlerinde ortaya çıkmış. Fabrikalarda kadın işçilerin çalışması, etnik köken itibariyle farklılıklar göstermiş. Toplam kadın işçiler içerisinde Müslüman kadınların oranı çok düşük seyretmiş. Savaş bu durumu değiştirmiş ve Müslüman kadınlar fabrikalarda çalışmaya başlamışlar. 1915 yılında gerçekleştirilen ve ülkenin sanayi açısından en gelişmiş yörelerindeki önemli sanayi kuruluşlarını kapsamına alan 1913-1915 Sanayi Sayımı’nın sonuçları, kadın işçiler konusunda ayrıntılı bilgiler sunmaktadır. Buna göre, ülkenin en önemli sanayi kuruluşlarında çalışanların yaklaşık üçte biri kadındır.”

Bu bilgilerden hareketle çıkaracağımız bir sonuç; kadın emeğinin evden dışarı çıkmasını, kadınların bazı mesleklere girmesini ve cebine aileden, kocadan, babadan bağımsız para koymasını yaratan en önemli etkenin savaş olabileceği gerçeğidir.

İki yüzyıl ve iki Bursa

Kadın emeği açısından yüzyıl başına baktığımızda, Bursa şehri ve ipek üretimi dikkat çeker. 1909’lar Bursa’sında köylerden ipek sağmaya genç kadın işçiler gelir. İçlerinden birkaçı her sene kötü koşullar yüzünden ölmektedir. Bir yüzyıl sonranın Bursa’sında 2005 yılında bir tekstil firmasında yanarak, dumandan boğularak ölen beş kadın işçiyi bugün anmamız, eğer hedefliyorsak bu ölümleri yaratan gerçeklerle savaşmamızın bir gereği olacaktır.

Ayşe Denizdalan(15), Sadife Düdüş (18), Gülden Çiçek (21), Necla Özveren(27), Sevgi Sesli (32).

Onlar 21. yüzyılın insan ömrünü hiçe sayan yeni ekonomik düzeni içinde yaşayan pek çok işçi, emekçi gibi ”Sigortasız, güvencesiz, sendikasız çalıştırıldılar” ve ‘iş kazası değil iş cinayeti’ne kurban gittiler. Bursa‘da yanarak ölen kadın işçiler Müslüman’dı. Bu noktada sormak zorundayız; kadınların ev dışında ücret karşılığı çalışarak bağımsızlaşmasına karşı ses çıkaran, fakat yanarak ölmesine sessiz kalan yöneticilerin, seçilmiş politikacıların dini ahlakı nedir? Kadınların evde yaptıkları işin bir ekonomik değeri olması gerektiğini ortaya çıkaran maddeci feminist düşünce, bunun hesabı kocalardan sorulmadıktan, para olarak istenmedikten sonra İslamcıları hiç rahatsız etmemiştir. Hatta pek hoşlarına gitmiştir. İşte zaten onlar da bunu söylemektedir. Kadınlar evde çalışırlar, evde çalışmalıdırlar. Ürettikleri değerler de yuvaya ait olmalıdır. O zaman Allah onlardan razı olur. Onlar nitekim parça başı güvencesiz olan ev eksenli çalışma hayatını da onaylarlar. Çünkü böylece ihtilat engellenmiş olur. İhtilat İslamcı kalemler tarafından, bir öcü şeklinde parlatılan Arapça bir kelimedir. Birçok ilmihal kadınları ihtilata karşı uyarırken öyle ifadeler kullanır ki, insan “Ne yapsam da ihtilata kapılıp muhtelit olmasam” diye evhamlanabilir. İhtilat kelimesinin Türkçesi karışma, karşılaşıp görüşmedir. Yani kadınlar zaruret yüzünden çalışabilir ve ama erkeklerle karşılaşıp görüşmeden yani muhtelit olmadan, yani kadın kadına.

Erkeklerin işyerinde cinsel taciz yapıyor olmasını doğrulayan bilgiler de ev dışının kadınlar için tehlikeli olduğu tezini doğruladığı için mutaassıp erkek egemenlerin ilgisini çeker. Nitekim Faruk Beşer, Sakarya Üniversitesi’nde yaptıkları alan çalışmasında çıkan işyerlerinde yüzde 90 oranında taciz olduğu sonucundan adeta sevinçle bahseder. “Milli gelirin hakça ve adilce bölüşülmediği bir ortamda pek çok kadının elbette ki çalışmaktan başka bir çaresi yoktur. Ancak gerçek bir İslam toplumunda bu tür adaletsizliklerin olmayacağını teorik olarak söyleyebiliriz” diye yazar.

 

Emeğimize sahip çıkmak için

Kadınlar her türlü üretimin içinde çok uzun zamandır yer alıyorlar. Hatta içinde yer almak ne kelime! Bazen yaptıkları buluşları ile her şeyin önünden gidiyorlar. Biliyoruz ki kadınlar asırlar boyunca erkekten daha az zeki bir cins olarak görüldüler. Oysa bilimde öncülük yapan kadınlar, başarılarıyla ve eserleriyle bu önyargıyı yıktılar. Ülkemizden kadınlar uzay araçları ile ilgili araştırmalarda yer alabiliyor, uzaktan kumanda üretebiliyor, şu yazıyı yazdığım bilgisayarı ‘hack’leyebiliyor ve Kobanê Direnişi’nde en güzel örneğini sergiledikleri üzere savaşabiliyorlar. Ama yine de onlardan her şeyden önce güya ‘fıtratları’ gereği aile içindeki yakınları olan erkeklerin koruması altına girmeleri isteniyor. Kadınların korunmaya ihtiyacı olan zayıf yaratıklar olduğu; üretilmiş bir fikir, bir ideolojidir. Bu ideolojinin feminist eleştiriyi en çok hak eden yönü, bu durumun ‘doğaya uygun’ görülmesidir. Kadınların da erkeklerin de sevgiye ve korunmaya ihtiyacı vardır. Doğal olan kuşkusuz budur.

Kadınlarla erkekler arasındaki eşitsizlik doğal değildir. Peki eşitsizliğin ekonomik, toplumsal kaynağını nerede aramalı, neleri değiştirmeye kalkışmalıyız? Bence kapitalist sömürü sisteminin kadınların ikinci cins olmalarının sebebi olduğuna ikna olmamız için de çok az sebep var. Aynı şekilde kapitalizmi bir erkek egemenliği sistemi olarak görmek de zor. Erkek egemenliği kapitalizmin devraldığı bir sistem ama bu kadınları ikinci cinsleştiren mekanizmaların, feodal değerlerin bir sonucu olduğu anlamına gelmiyor. Kadınların kendileri için özerk ve özgün örgütlenmelere sahip olup, kendi bakış açıları ile bilim yapmalarına olan ihtiyaç çok açık. Ama bu kadınların hep bir geleceğin kurgusunu yapan ve gerçek hayatın içinde erkeklerle didişmeden, sevişmeden, elleşmeden yaşamlarını mı zorunlu kılmalı, bilmiyorum.

Sermaye dini, aile kapanı

Emekçilerin, yoksulların isyanına karşı üretilmiş ideolojik donanımla ilgili olarak yakınlarda yayınlanan bir kitaptan bahsetmek isterim. Kitabın adı; Sermaye Dini. Yazarı Paul Lafargue şöyle yazmış iki yüzyıl önce: “Yoksulluktan gelip sefalete giden ücretli işçi, yurt, sınır, renk, cinsiyet tanımaz. Enternasyonal ‘tanrı’, sermayeyle atölyenin eşiğinde, özgürlüğünü verdiği sırada tanışır. “Tanrı sermayedir” diyen Lafargue, her ‘yaratıcı’ gibi sermaye tanrının da seçilmişlerini sıralar: Patronlar, kapitalistler, rantiyeler. İbadeti çalışmak olan ücretlinin özgürlüğü, iradesi çileli çalışma koşullarına teslim edilir.”

Kadınların henüz kanamaya başladıkları 13 yaşından itibaren varoluşlarının, geçimlerinin ve geleceklerinin güvencesi olarak evlendirilebilmeleri de bir eşiktir. Bu ‘ev’lerin kapısı Lafargue’nin tasvir ettiği atölye, işlik, fabrika kapılarına benzemez. Gelinlikle girilen, kefenle çıkılan kapılardır bunlar. Ama denebilir ki ve denilmektedir ki, işte bu kapılardan giren kadın, artık kocası tarafından korunacak ve geçindirilecektir. Yeter ki o eşlik vazifelerini yerine getirsin. Evlenen bir kadın artık çalışmayacaktır. Çoğu erkek nasıl söylüyor? “Ben eşimi çalıştırmam.” Oysa kadınların büyük çoğunluğunun evlilik hayatı aynı zamanda bir çalışma hayatıdır. Ya da yerleri, camları melekler silmekte, çocuklara melekler bakmakta, yemekleri melekler yapmakta, çoğu zaman evin uzantısı olan bahçelerde melekler çapa yapmaktadır. İşte bu meleklere ev kadını denmekte ve onlar boğaz tokluğuna ve Allah rızası için çalıştığı müddetçe melek kalmaktadırlar.

Tarihe ve bugüne nereden bakarsanız bakın, kadınların ev emeğinin sorumluluğunu taşıyor olmalarının çok çok uzun zamandır değişmediğini görebilirsiniz. Türkiye’de emekçiler için son otuzbeş yıl örgütlerinin dağıtılmasının ve haklarının yavaş yavaş ellerinden alınmasının tarihi. Son yıllarda ise kadınların aileden bağımsızlaşma, özgürleşme, emeklerine sahip çıkma, erkek egemenliğinden kopma yolunda attığı dev adımların bizzat devlet, hükümet tarafından geri alınmaya çalışıldığı bir dönemden geçiyoruz. Kadınların evlere sığmayan arayışları sık sık erkek şiddeti ile cezalandırılıyor. Kadınlar erkeklerce öldürülüyor. Oysa kadınlar çalışmak istiyorsa çalışmak, boşanmak istiyorsa boşanmak, sevişmek istiyorsa sevişmek, doğurmak istemiyorsa kürtaj olmak ve bunların ön koşulu olan ekonomik bağımsızlığa sahip olmak istiyorlar.

Bu 8 Mart öncesinde yaşadığımız coğrafyanın tamamında bir yanda öyle bir hava soluyabilirsiniz ki, sanki kadınlar devrim yapacak. Öte yandan öyle bir hava var ki, sanki kadınlar geleneksel kadınlık rollerinden çok memnun. Bir yanda kadınların yüzlerce yıllık eşitlik arayışı, bir yanda diktatörlüğe biat var.

Biz kadınlar bana kalırsa her alanda özgürleşmeye doğru erkeklerden daha hızlı koşuyoruz. Bu koşuyu kimse kolay kolay durduramaz.

Bu 8 Mart öncesi dağlarda baharı karşılayanların isyanının, tüm yoksulların isyanına güç katmasını her zamankinden daha çok diliyorum.

Jin jiyan azadî!

Emeğimize, bedenimize, kimliğimize sahip çıkalım!

http://yeniozgurpolitika.info/index.php?rupel=nuce&id=39981

Handan Koç

1961 Van doğumluyum. Siyasal Bilgiler okudum. Kırtasiyecilik yaparak geçiniyorum. Devrimci politikalar hep ilgimi çekti. 1984'ten en beri feminist yaşantım oldu.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu