feminizmkent ve yaşammuhafazakarlıktartışma

Oyuna gelmemek için (1977 – 1988)

Oyuna gelmemek için 1 (1977)

Anayasada yapılacak birtakım değişiklikler 12 Eylül’de bir referandumla halk oylamasına çıkacak. Bu tarih cuntanın otuzuncu yıldönümü. Otuz yıl malum zamanaşımı tarihi. Seksen öncesinde ve sonrasında da sol politikanın içinde yer almış bir kişi olarak bir günlük tutmak ve şu ya da bu şekilde bir yeniden değerlendirme noktasına gelmiş olan 12 Eylül sürecine göz atmak dileğindeyim. Böylece Türk siyasal hayatının baskıcı yapısına ezilenler ve yöneticiler arasındaki mücadele açısından bakmayı amatörce denemiş olacağım. Herkesin de Tayyip Erdoğan’ın gözyaşları ile sulandırmaya çalıştığı yakın tarihe, arkasına yığdığı zamanın sunduğu malzeme ile yeniden bakmasının yararı olacağını düşünüyorum. (Handan Koç)


Tarihi uzlaşmaz çıkar çelişkileri ile bölünmüş bir toplumu anlama çabası olarak gören bir solcu olarak aklım sorularla dolu. 12 Eylül ve sonrasında tesis edilen nizam bir gecede emir komuta zinciri içinde karar veren generallerin eseri olabilir mi? On iki Eylül ile içine oturtulduğumuz yeni düzeni anlamak ve kopmak sekiz yıldır hükümette olan AKP eli ile üstelik otuz yıl sonra, 2010 yılında gerçekleşebilir mi?
Bugün hükümetin çağrısına can-ı yürekten koşarak biz de evet diyoruz demek, Muhsin Yazıcıoğlu’nun evet yetmezine boyun eğmek on iki eylülün en orijinal ürünlerinden olan bir muhafazakâr- İslamcı-zengin dostu -Amerika hayranı -kadın erkek eşitliği karşıtı liderin elinden demokratik hak alıyor olacağımızı düşünmek Menderes-Özal- Erdoğan zincirinde bir boncuk tanesi olmayı rasyonalize etmek. Bence olamaz diyorum ama oluyor.
Demek ki herkesin bir 11 Eylül anlayışı ve cuntadan sonra geçen otuz yılda edindiği, sonra yeniden yeniden edindiği bakış açıları var. Bu bakış açılarını önyargısız değerlendirmem imkânsız. Ama bu referandum vesilesi ile otuz üç yıla 12 Eylül 2010’a kadar gün gün, yıl yıl kendi bakış açımla bakmak hevesine kapıldım. Her gün bugünkü kadar uzun olmayan bir şeyler hatırlayacak veya iddia edeceğim. Bir nevi zihin antrenmanı. Diyorum ya “tarih”in ezenlerle ezilenler arasındaki bir mücadele olduğunu düşünen bir solcu olarak soruyorum, yeni bir oyun anlayışı için eski maçlara bakmak gerekir değil mi?

Sizin on bir eylülünüz ne zaman?
 Bu soru ile maksadım “Sermaye düzenimizin, eşitlik için başkaldıran emekçi güçlere en zehirli kılıcını ne zaman çektiğini düşünüyorsunuz” diye okunmalı. Evet cevap on iki eylül sabahı. Ama öyle mi? O gün nerede olduğumuz üstüne düşünmek de bu soruya dâhil ama o sabah göremediğimiz değerlendiremediğimiz çok şey olduğu bugün aşikâr. On iki eylül nereden, kimlerce, nasıl geldi basımıza acaba diye düşünerek sorsak, cuntanın evveli yani 11 Eylül nerededir?
Ben bir esnafım. Dükkânımızda birkaç gün önce, bugün aktif siyasetle hiç ilgisi olmayan ama zamanında 11 yıl yatmış bir İstanbul solcusu arkadaşıma sordum, “sence on bir eylül ne zamandır” diye. “12 Mart”tır dedi. Ve gayet emin ekledi “12 Eylül Türkiye’de 12 Mart’ta yarım kalan bütün işlerin tamamlanmasıdır”. 
Evde eşimle konuştum, gerçi onunla hep konuşuyoruz ama bu defa gündemli sordum. O (Türkiye İşçi Partisi) TİP’in büyük seçim başarısının Türkiye egemen sınıflarına “bir daha asla” dedirttiğini düşünüyor. Bir devri TİP’in meclise girmesi ve o dönemde yarattığı yarılma ile başlatıyor. Elbette dünya kapitalist sistemine bakarak birçok şey sayarak devam ediyor o. Ama bir kopma noktası olarak TİP deneyimine bakmaktan bahsediyor muhakkak.
1977 ise hem benim için gözümün ve aklımın erdiği bir yıl olması ve ama aynı zamanda 1 Mayıs gibi büyük sembolik önemi olan bir saldırının yaşandığı yıl olması sebebi ile bugünden geriye bakınca beni büyülüyor. Sermaye sahiplerinin düzeninin silahını iyice yerleştirdiği yıl olarak bugünden geriye bakıp hep o yıla takılıyorum. 
O yüzden bu otuz üç gün – otuz üç yıl için başlangıcı 1977’den alıyorum.

Gizli ordu ve aydınlar ocağı

77’yi başlangıç olarak alıp devamına bakarken bence iki büyük kurumdan bahsetmemiz gerekiyor. 
Birincisi Özel Harp Dairesi: 1952: NATO’yla kuruldu. 1977 bir mayıs katliamındaki rolü yarı resmi kabul görüyor. O halde 77’de başrole çıktığı söylenebilir. Oysa varlığı eski. Türkiye 4 Nisan 1952’de NATO’ya girdi. NATO ile birlikte ülkemiz Soğuk Savaş’ın en önemli alanlarından biri oldu. SSCB yayılmasına karşı kurulan yarı resmi gizli örgütler her ülkede ayrı bir isimle örgütlendi. Türkiye de “Gizli Ordu”nun adı Seferberlik Tetkik Kurulu idi ve Amerikan Askeri Yardım Heyeti’nin Ankara Bahçelievler’deki binasında faaliyet gösteriyordu. CIA ve Adnan Menderes hükümeti arasında 1959’da imzalanan askeri bir anlaşmada gizli ordunun yurtiçi görevi ifade edilirken, gizli askerlerin “rejime karşı iç ayaklanma durumunda da” harekete geçirileceği belirtiliyordu. 
77 yılı açısından ikinci gözbebeğim ise Aydınlar Ocağı olacak.

Aydınlar Ocağı 1970’de üniversite, iş dünyası ve siyaset alanından etkin kişilerce kuruldu. Önemli isimlerinden ikisi İbrahim Kafesoğlu ve Nevzat Yalçıntaş. Çok kabul gören bir gerçek var. O da şu: Milliyetçi Cephe hükümetlerini anlamlı kılan, daha sonra 12 Eylül’ün hizmetine girecek olan Türk İslam Sentezi İdeolojisi bu yuvada harmanlandı. Aydınlar Ocağı solcu entelektüellerin Türkiye’deki toplumsal, siyasal ve kültürel tartışmalar üzerindeki tekelini kırmaya odaklanmış bir yerdi. Bugün başarılarını takdir etmek veya lanetlemek gerekir. Hatırlayalım 1977 Ecevit’in 6 Hazirandaki seçimleri kazanamadığı ve ikinci MC’nin önünün açıldığı yıldır. Aydınlar Ocağı 1977’de Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’nin elini rahatlatmış bugün Anadolu sermayesi olarak analizlere daha fazla dâhil edilen güçlerin diğer sermaye güçleri ve prekapitalist egemenlerle birlikte siyasal yönetimde yerini almasını sağlamıştı. Şunu da hatırlamalıyız ki 12 Eylül dönemi cuntası-milli güvenlik konseyi sözcüsü Muharrem Ergin Aydınlar Ocağı yönetim kurulu üyesi idi.

1977’den birkaç not
Ecevit Niğde mitinginde tek yol devrim diye karşılanır. Kürsüden tek yol oy diye cevap verir.
Dev Genç başkanı Paşa Güven yakalanır. 
Töb-der kapatılır. Danıştay’ in yürütmeyi durdurması ile yeniden açılır. 
İstanbul Gala Kulüp’te müzikli bir kabare sergileyen Nükhet Duru, Ali Poyrazoğlu ve Korhan Abay ekipler amiri Saadettin Tantan tarafından komünizm propagandası yaptıkları gerekçesi ile sorguya çekilir.

Yarın: 1978

11.8.2010
Oyuna gelmemek için 2 (1978)

AKP’nin referandumuna 32 gün var. Bugün 32 yıl öncesine, 1978 yılına gidiyorum.

Ben bu yıl üniversiteye girdim. Benim için 1977 yılı babamla gittiğim 1 Mayıs Meydanı’ndan eve döndüğümde dinlediğim katliam haberinin rengine boyalı. Bu renk korku dolu tonlar taşısa da havada bizleri bağımsız ve özgür bir eşitler dünyası hayaline çağıran öyle güzlü bir rüzgâr var ki. 1978 bir mayısına arkadaşlarımla katılıyorum. Kız arkadaşlarımla ekonomi politiğin eleştirisini okumak üzere bir grubumuz var. O yıl Spor ve Sergi Sarayında yeni Dev-Genç Başkanı Bülent Uluer’i dinlemişim. Spor ve Sergi Sarayı bugün etrafı zenginlerin yemek yiyebileceği mekânlarla çevrili bir kongre merkezi. Hani Başbakan Tayyip Erdoğan kızını Berlusconi’nin şahitliğinde burada evlendirdi.

Bu yılı iki olayla ele almak istiyorum
Birincisi ekonomik kriz:
1974-75 yılında kapitalist sistemin içine girdiği krizi o gün de bu gün de Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü’nün (OPEC) petrol fiyatlarını artırması ile açıklayan teoriler kabul görmektedir. O zaman bizlerin genç yaşımızda içine dâhil olduğumuz sol örgütler, partiler, sendikalar böyle düşünmüyordu. Birbirlerinden çok farklı yönleri olmakla birlikte bunun kapitalizmin ürettiği bir kriz olduğunu düşünmek normaldi. Gelişmiş kapitalist ülkeler “petrol fiyatları bizi yaktı” diye bağırıyordu. Oysa çok fazla kişi de şöyle düşünüyor: Esas yananlar üçüncü dünyanın milyonlarca yoksul insanı. Başta ABD’de aşırı emtia üretimi, kârlı yatırım alanları bulamayan büyük sermaye, kâr oranlarının düşüşünü tetikliyor. Kullanılmayan devasa makine, hammadde ve insan gücü kaynağına rağmen genelleşen durgunluk üçüncü dünya halklarının büyük bir bölümünü açlık ve sefaletle baş başa bırakıyordu.
Henüz az-gelişmiş bir ülke olarak tasnif edilmekten gocunmayan Türkiye bu krizi büyük yokluklarla yaşadı. Kriz kavramına 32 yıl sonra bugün de ne kadar aşinayız değil mi? 1978’de Türkiye’nin sularına vuran bu kriz günlerinin bugünden en büyük farkı, mağdurlarının örgütlü bir güç içinde olmasıydı. Toprak reformu yapılamamıştı evet ama işi olanları patronlar öyle kolayına kapı önüne koyamıyordu. Sendikaların üye sayıları bugünün kaç katıydı diye merak edenler Disk’i arasınlar. Şaşıracaklar.

78 yılına bakarken ikinci durak Maraş katliamı
Bu katliam olduğunda ben artık örgütlü bir devrimciydim. Hep takıldığımız kahvede çay içtiğimiz, dışarının çok soğuk olduğunu ve gazetede gördüğüm fotoğrafların çok korkunç olduğunu hatırlıyorum. Bu yılın mart ayında yaşanan 16 Mart katliamı üzerine hiç düşünmemiş, hiç analiz yapmamıştım. Faşistler öldürüyordu işte. Mart ayında lisedeydim. Aralıkta üniversitede . Oysa 16 Mart katliamı 1988 yılında yeniden inceleme altına alındığında da ortaya çıktığı gibi profesyonel bir kurgunun içinde cereyan etmişti. 1 Nisan 1975’te kurulan Birinci Milliyetçi Cephe Hükümeti AP – MSP ve MHP’yi bir araya getirmişti. Üç milletvekili bulunan MHP’nin iki bakanlığı vardı. MHP’nin ajans olarak istihdam ettiği ve dinci-milliyetçi düşüncelerle sarıp sarmaladığı paramiliter güçler, komandolar, ülkücüler ve amirleri 1978 yılında her zaman olduğundan fazla işbaşındaydılar.
Maraş Katliamı her nedense bana hep Muhsin Yazıcıoğlu’nu hatırlatır. O ölünce gözyaşı dökenler bol oldu hatırlardadır. Maraş, Çorum, Balgat, Bahçelievler katliamları için de yıllar sonra çok kolay gözyaşları akıtıldı. Hep şu dendi “yazık oldu bütün gençlere”. Elbette yazık oldu. Ama hiçbir şey boşa olmuyor. Bugünden bakınca bu ölülerin arkasından yükselen bir yapıyı görebiliyoruz. Rahatlıkla şunu diyebiliriz: İstenmeyen, gençlerin ölmesi değil, düzenin bozulmasıydı. 1978 yılında herkesi saran rüyaların, bu düzen toptan, kökünden değişebilir fikrinin yerle bir edilmesiydi.
Tıpkı 32 yıl önceki gibi bugün de kullanılmayan devasa makine, insan ve hammadde gücü ile insan ticareti, susuzluk ve açlık aynı gezegende bir arada var olabiliyorsa kimse boşuna ölmedi diyebiliriz.

1978’den birkaç not:
Zor bulunan Samsun sigarası sene başında on lira iken sene sonunda 25 lira olmuş

Mamak’taki siyasi hükümlülerden Ertuğrul Kürkçü, Yusuf Küpeli, Münir Ramazan Aktolga, Orhan Savaşçı ve Oktay Etiman Niğde’ye sevk edilmiş.

SSCB Genelkurmay Başkanı Ankara’ya gelmiş.

Pol-Der merkezi iki kere yakılmış.  12.8.2010

Oyuna gelmemek için 3 (1979)

1979 yılında Türkiye’nin sosyalistleri, devrimcileri, komünistleri, solcuları, ilericileri artık başlarının her an gideceğini bilen savaşçılar olarak yaşamaktadır. Aksi takdirde ülke ya dışına çıkmak zorunda kalmışlar ya da içeridedirler ya da kaçaktırlar. Benim bildiğim gördüğüm yaşadığım okuduğum budur. Artık bu savaş hali her şeyi belirlemektedir. Ama devrimcilerin sayısı gün geçtikçe azalmamakta artmaktadır.
1979 yılında İstanbul’da 1 Mayıs kutlamaları yasaklanır. Sokağa çıkma yasağına uymayan TİP Genel Başkanı Behice Boran ve 1000 kişi gözaltına alınır. 1979’da Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürülür, Abdi İpekçi öldürülür, Cavit Tütengil öldürülür, Ümit Doğanay öldürülür öğretmenler ve işçiler ve pek çok kişi öldürülür, Mihri Belli bile vurulur ve ama ölmez.
1979 yılı zar zor kurulmuş olan Ecevit kabinesi ile başlar, aynı yılın kasım ayında Demirel in MHP-MSP destekli hükümeti, 3. MC göreve başlar. 1978’den devralınan, Maraş katliamının tecrübesidir. Bu dönemdeki rolü tekrar tekrar incelenmeye değer CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı 2 Ocak’ta istifa etmiştir. 1980 sonrası kariyer sıçraması yaşayacak olan birçok emniyet mensubunun izini 1979’daki MC atamalarında bulmak mümkündür.
1979 emperyalist ülkelerin, büyük güçlerin birbirini zorladığı sıkıştırdığı bir yıldır. Polonya asıllı stratejist, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbiegniew Brzezinski’nin Sovyetler’in çözülmesinin tarihini yazdığı kitabın adını anacak olursak “Büyük Satranç Tahtası” vızır vızır işlemektedir.
1974 krizi ve sonrası hakkında bizim evde yapılan teatide aktarılan bir değerlendirmeyi burada aktarmak isterim. Denmektedir ki 1974’te gelişmiş Avrupa ülkelerinde ilk defa işsizlik ve enflasyon oranları tekelci sermayenin sınır diye gördüğü sayıları geçti. Fakat sermaye güçleri gördü ki işçi sınıfı bu duruma devrimci bir cevap vermiyor. Böylece bu yıllarda tüketim toplumu kalıplarının Avrupa alt ve orta sınıflarını kuşattığı anlaşılmış, test edilmiş oluyor. Bu değerlendirme sonraki yılları anlamamızda önemli.
Evde bu yorumu dinlerken bana nedense Ulrike Meinhof‘un Almanyayı saran alışveriş merkezleri ve onun yarattığı kültür hakkında yaptığı eleştiriler geliyor. Mayıs 1976’da hücresinde ölü bulunduktan sonra bile, o günlerde de, bugün bile bir efsane olduğunu biliyoruz. Ama Almanya’da oturan siyasal, ekonomik ve ahlaki yeni sistem karşısındaki yalnızlığını anmadan geçebilir miyiz?
1979’da akan kan giderek artar. Ama devlet okullarında bedava eğitim alan çocuklar kursa gitmeden üniversite sınavına girmeye, alışveriş mahalle bakkallından yapılmaya, ülkenin domatesi araya büyük tekeller girmeden yenmeye ve “çikita “olmayan muzlar Akdeniz şehirlerimizde üretilmeye devam etmektedir.
Bu anlaması zor şeylerle dolu yılı, dünyanın büyük satranç tahtasında, gelişen iki olayla ele almak istiyorum.
Birincisi Polonyalı Papa’nın seçilişi
Esas adı Karol Wojtyla 2. Jean Paul 1979’da, otuz üç günlük görevi sonrası ölen 1. Jean Paul’ün yerine yeni papa olarak göreve başlar. Bu yükselişte Kardinal Sapieha adlı kraliyet ailesinden bir prensin etkisi olduğu söylenir. Ama bizi ilgilendiren Soğuk Savaş yıllarında Polonyalı Kardinal’in (Jean Paul II) özgürlükçü yazılarının, komünist bir ülkeden yurtdışına çıkarılması, Amerikan basınında birinci sayfadan yayımlanmasıdır. Bunu CIA’nin organize ettiği, Papa’nın Soğuk Savaş’ın sona erdirilmesinde çok önemli misyonu olduğu hep söylenir. Bizim Mehmet Ağca’nın vurması hikayesi ile adeta hısım olduğumuz papanın batı ülkelerinin yine, yeni, yeniden “ruhanileştirilmesi” açısından önemi var. 1979’da Papa Polonya’yı ziyaret edecek ve dev bir kalabalık tarafından karşılanacaktır.
İkincisi 1979 İran İslam devrimi
1979 yılında İran devrimini Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinin önündeki çimlerde anlamaya çalıştığımızı hatırlıyorum. Sanki bir şey olmamıştı ama bir şey olacaktı diye bir algımız vardı. Devrimi solcular yapmış, Humeyni kapmış mıydı? Yoksa bize mi öyle geliyordu. O yıllarda ümitsizlik genç beyinlerimize yasakladığımız bir şeydi. İran devrimini de doğunun “ruhanileşmesi” açısından yükleneceği misyonu da bugün daha iyi anlayabiliyoruz… diyebilir miyiz? Amerika bayraklarının çiğnenmesinin verdiği gurura komşularımız olan kadınların başını açtıkları için öldürülebilmelerinin anıları karışıyor ve her şeyi anlamak bir kez daha zorlaşıyor mu yoksa?
1979’dan notlar
Fethullahçıların yayın organı Sızıntı dergisi bu yılın Şubat ayında ilk sayısını çıkarır.
Beyoğlundaki kitap sergileri kaldırılır
İndependenta gemisi Haydarpaşa açıklarında patlar
Disk’in yeni bir sosyalist parti girişimi içinde olduğu açıklanır.
24 aralıkta Sovyetler Afganistan’ı işgale başlar.  19.8.2010

 

Oyuna gelmemek için 4 (1980)

Bu yıla daha sonra aklı başında bakmaya çalışan pek çok kişi, aslında pek çok şeyin 1979’da olup bittiği ve ama son vuruş için 80’in gelmesi gerektiği duygusuna kapılacaktır. Öte yandan Türkiye’nin devrimci güçleri 1980 yılında gerek insan sayısı gerek mücadele biçimleri açısından çoğalıp zenginleşerek yollarına devam ederler. Bu yıl solcular tarafından öldürülen ve ömürlerinin sembolik değeri yüksek iki isim vardır. 27 Mayıs’ta Gün Sazak, 19 Temmuz’da Nihat Erim silahlı saldırı sonucu ölür.

Mavi gömlekli şeytan

Gün Sazak’ın ölümü sonrası ülkücülerin “Hergün” gazetesinde Seyyid Ahmet Arvasi’nin bir yazısı çıkar. Burada açıkça görebildiğimiz şudur: 1980 yılında savaş çok kızgındır. Düzeni ve devletini ne kadar sevdiğini bildiğimiz Ecevit’in bile “kızıl dostu” olduğu iddiası ile uğraşmadan kaçacağı bir yer yoktur. Gün Sazak’ı radikal devrimciler vurmuştur. Ama Arvasi şöyle yazmaktadır:
“Kulislerde bir Babrak Karmal kahpeliği ile Türk milliyetçilerine kin ve öfke kusarken, şimdi sahnede sahte üzüntü mesajları yazıyorsun. Seni ikiyüzlü kahpe dölü! Akıttığın bunca milliyetçi ve ülkücü kanına rağmen, hâlâ doymadın mı?
Gün Sazak kimdi biliyor musun? O Türk’tü, Müslüman’dı, yiğitti, mertti, namuslu bir devlet adamı idi, bizim iki gözümüz idi.

Evet, “mavi gömlekli şeytan”, sen de, senin kızıl manyakların da, dayandığın kızıl imparatorluk da Allah’ın izni ile kahrolup gideceksiniz! Biz, meşru zeminlerde ve sabırla devletimizin, size gereken cevabı vermesini ümit edecek ve Allah’ın “kahhar” sıfatı ile tecelli etmesini bekleyeceğiz.”

Kaçırılan “darbe” imkanı

Türkiye’nin radikal solu, 1980 yılında artık açık vurucu bir güç haline gelmeden var olamayacağını düşünür, ilan eder, iddia eder. Zaten şehirlerde okullarda, işyerlerinde, mahallelerde politikleşmiş öbekler halinde yaşanmaktadır. Kürt solu köy köy, aşiret aşiret devrim stratejisi tartışmaktadır. Hal böyle iken Türkiye’nin devrimci güçleri bugün “darbe” diye karalanan kavram altında ele alınabilecek bir girişimi ne yazık ki yapamaz, güçlerini ülkeyi yönetme aczi içinde olan meclisin üstüne açıkça aleni bir şekilde süremez ve ben geliyorum diye bağıran düzenin kalıcı silahlı güçlerinin karşısına bir şekilde çıkmayı planlayamaz.
Türkiye Silahlı Kuvvetleri İçtüzüğünden, NATO’dan ve Türkiye’nin sağ ve sol egemenlerinden aldığı güçle 12 Eylül günü işbaşına geçer. Bugün bakınca bu operasyonun gerçekleştiği zamanın akış hızı ile o yıl devrimci bir hayat sürenlerin yaşantılarının geçtiği zamanın akış hızının farklı gezegenlere ait olduğu düşünülebilir.

Bir orman hayvanı: 12 Eylül darbesi

Şöyle bir benzetme yapmak istiyorum.
Darbe ocak ayından itibaren adeta iri bir orman hayvanı gibi havadaki pençesini sallamakta ve ağır ağır ensemize yaklaştırmaktadır. Darbenin muhatapları ise hiç havaya bakmamakta, kahramanca sağa sola koşmaktadırlar. Kurtarmaları gereken insanların canlarının ve başka bir dünya kurma hayallerinin peşindedirler.
Bu yıl, Türkiye devrimci hareketinin kocaman gövdesinin üstünde başının ne kadar küçük olduğunun test edildiği yıl olacaktır. Bu gövde de, başı da emir-komuta zinciri içindeki ordu ve polis kuvvetleri tarafından itina ile ezilecektir.
Kızılları ezmek ve dağıtmakla görevli ülkücü kuvvetler harcanacak, bir kısmı ise özel işler için istihdam edilecektir.

Bana kalırsa:

1980 yılının en orijinal ve kalıcı siyasi teşkilatı Milli Güvenlik Konseyi değil, sene başında kurulan Demirel kabinesi olacaktır. 1980 yılına bugüne kadar ulaşan “ruhunu” veren o yılın 24 Ocak’ında alınan ekonomik kararlardır. 80 kışının 24 Ocak kararları ile 80 sonbaharının askeri diktatörlüğü bir araya gelince sağlanan “iş barışı” yüz binlerce işçinin eşitlik mücadelesinin önünü kapatacak, sermaye nihayet rahat bir nefes alacaktır. Türkiye gelişmeye açık, devletçi bürokrasisinden kurtulmaya aday, monetarizme tüm kalbi ile dost, bölgesinin yükselen dengeli gücü olmaya, darbenin sağladığı kıyım ve istikrarla artık adaydır. Bu operasyonun baş mimarı ve baş memuru ise Turgut Özal’dır.

Turgut Özal notları

1965 seçimlerinde Demirel’in danışmanı.
1967’de Devlet Planlama Teşkilatı’nda müsteşar.
1971 -1973 arası Dünya Bankası’nda görevli. 1973 sonrası yurda dönünce Sabancı Holding’de koordinatör.
1977 MSP İzmir milletvekili adayı.
43. hükümette (12 Kasım 1979 -12 Eylül 1980) Başbakanlık müsteşarı.
44. hükümette (12 Eylül 1980 -13 Aralık 1983) ekonomiden sorumlu devlet bakanı.

Birkaç 1980 notu

5 Temmuz: Çorum’da günlerce süren ülkücü saldırılar sonucu onlarca kişi ölür, kentten göç başlar.
11 Temmuz: Nokta operasyonu. Fatsa Belediye Başkanı Fikri Sönmez ve yüzlerce kişi gözaltına alınır. Ve daha sonra seçilmiş başkan “Terzi Fikri” İçişleri Bakanlığınca görevden alınır.
27 Temmuz: Balgat katliamı sebebi ile haklarında idam cezası verilen İsa Armağan ve Mustafa Pehlivanoğlu askeri cezaevinden firar eder.
6 Eylül: Adana’da Sabancı işletmelerinde 8000 işçi direnişe başlar.
12 Eylül sonrasında Genelkurmay Başkanlığı’nın bastırdığı “Beyaz Kitap”‘ta şu açıklama yer alır: “Dağların yüksek kısımlarında, tepelerde yaz kış erimeyen karlar vardı. Güneş açınca üzerleri buzlaşan camsı parlak bir tabaka ile örtülürdü karın yüzü. Üstü sert altı yumuşak olurdu. Bu karın üstünde yürününce, ayağın bastığı yer içeriye çöker, ‘kırt-kürt’ diye ses çıkarırdı. Doğulu Türkmenlere, Kürt denmesinin nedeni buydu. Bölücülerin Kürt dedikleri, yüksek yaylalarda, karlık bölgelerde yaşayan Türklerin karda yürürken ayaklarından çıkardıkları sesin adıydı aslında.”
1980 yılında Türkiye ABD’nin çağrısına uyarak Moskova Olimpiyatları’na katılmama kararı alır.  13.8.2010
 
Oyuna gelmemek için 5 (1981)

81 yılı Türkiye’de bir devrin kapandığı yeni bir devrin açıldığı bir yıldır. Her yeni devirden daha fazla sevineni vardır. Bu yıl Türkiye Cumhuriyeti Ordusu üstüne düşen “müesses nizamı kurtarma ve koruma” vazifesini canla başla yapar. Düzen 12 Martta çektiği kılıcı ülkenin bütün insancıl birikiminin böğrüne saplar.
10 Kasım 1980 Onur Yayınları Sahibi İlhan Erdost, Mamak Askeri Cezaevi’ne götürülürken, dövülerek öldürülür. Bu işkencenin ne kadar fütursuzca uygulandığına bir örnektir. Kitlesel olarak gerçekleşen baskı ve işkence uygulamalarına karşı Türkiye nüfusu sessiz kalacak, Türkiye siyasi yapısı devrin işkence hane yöneticilerini daha sonra sistemine katacaktır.
İlk idamlar 7 Ekim’de gelir. Sol görüşlü Necdet Adalı ve sağ görüşlü Mustafa Pehlivanoğlu sabaha karşı Ankara Merkez Kapalı Cezaevi’nde idam edilir.
İşkence, idamlar ve devlet terörü daha sonra “eylülizm “olarak adlandırılacak ideolojinin serpileceği ortamı sağlar.
12 Eylül döneminde açılan davalar ve tutuklu sayısına ilişkin bir açıklama genelkurmay başkanlığının Mayıs 1982’de yayımladığı bir kitapta yer alır: Buna göre Aralık1981 tarihinden kitabın yayımına kadarki sürede 14.086 sol, 2941ayrımcı ve 347 sağ görüşlü olmak üzere 17.374 kişi hakkında 167 değişik örgüt davası açılmıştı.
Davaların açılması sürecinin kayıtları ise işkencehane duvarlarında ve işkence görenlerin zihninde ağır metal harflerle kazılıdır. Tekirdağ’dan Diyarbakır’a bu kaydın tutulmadığı tek bir Türkiye toprağı yoktur.
Kudüs mitingi
Bu yılı değil ama daha sonraki yılları ve gelen yeni dönemi anlamak için biraz geriye gidip 6 Eylül 1980’de Konya da gerçekleşen bir mitinge bakmakta yarar var:
İsrail hükümeti, bütün dünyanın tepkisine rağmen 23 temmuz 1980 ’de Kudüs’ü İsrail’in ebedi başkenti olarak ilan edince , MSP Genel Merkezi tepkilerini göstermek için , 6 Eylül 1980’de Konya’da bir “Kudüs’ü Kurtarma Mitingi” düzenlemeye karar verir.
Konya Belediye Başkanı MSP ‘li Mehmet Keçeciler ‘in önderliğindeki Tertip Komitesi’nin hazırladığı ve MSP Genel Başkanı Necmettin Erbakan’ın da katıldığı mitinge, Konya ve çevre illerden gelen yaklaşık 100 bin kişi katıldı. Büyük çoğunluğu sarık, cübbe ve şalvar giyen bu kalabalık içinde yer alan bazı kimseler çevredeki binalara yeşil renkli boyalarla slogan yazmaya başladılar. Dergah Oteli yetkilileri duvarlarına yazı yazılmasına izin vermeyince, boyunlarına tahta tespihler asmış olan bir başka gurup, otelin camlarını kırmaya başladı.Bununla da yetinmeyen topluluk, Konya kent merkezinde yer alan Tekel bayileri ile içki satan lokantalara da saldırıp taşladı .Gurup, “Dinsiz Devlet yıkılacak elbet” ve “Konya faşistlere mezar olacak” şeklinde sloganlar atarak yürüyüşe geçti. Miting başlarken okunan İstiklal Marşı topluluk tarafından yuhalandı ve topluluk yerlere oturdu. Bu sırada üzerinde Kelime-i Tevhid bulunan yeşil bayraklar açıldı. Mitingten sonra Necmettin Erbakan mitingi partilerinin değil Konya Belediyesi’nin yaptığını belirtir.
Mehmet Keçeciler 1983 de ANAP kurucu üyesi olacak sonra dört dönem milletvekili ve bakanlık görevi yapacaktır.
Anayasa Meselesi
1981 yılında cunta yeni bir anayasa için hazırlıklara başlar. Bu açıdan da 12 Eylülü 12 Mart’ın eksik bıraktığı şeylerin tamamlanması operasyonu olarak görmek anlamlıdır. Konu ile ilgili 1998’de Seyfettin Gürsel şöyle yazmıştır:
“ Ordunun amacı sadece ekonomik istikrarın ve ekonomik düzen değişikliğinin yapılabilir hale gelmesinden ibaret değildir. Ordu aynı zamanda siyasal sistemin de iflas ettiğini düşünüyor ve bu iflastan “fazla özgürlükçü” bulunan 1961 anayasasını sorumlu tutuyordu. 12 Eylül yönetiminin siyasette bir tabula rasa’ya girişmesi ve yeni bir anayasayı topluma dayatmasının ardında bu etkenler yatar.”(*)
1981 ile ilgili birkaç not
Bu yılı Türkiye 1980 den devraldığı koşullarda yaşar
Grev ve lokavtlar kalkmış bütün işçiler işbaşı yapmıştır.
Bütün siyasi partiler kapalıdır, tabelalar sökülmüş malvarlıklarına el konulmuştur.
Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay dışında bütün sendika ve dernekler kapatılmıştır.
CİA Ankara masası şefi Paul Henze’nin 12 Eylül günü ABD başkanı Jimmy Carter’a gidip “bizim çocuklar başardı” dediğinin bant kaydı 2008 de, Mehmet Ali Birand’ın manşet isimli TV programında yayınlanacaktır. Ama 1981 de Türkiye nüfusunun çoğunluğu darbenin ABD’nin bilgi ve onayı ile yapıldığını düşünmektedir.
(*)1980’li Yıllar ve Sonrası – Cumhuriyetin 75. yılı -Yapı Kredi Yayınları )  14.8.2010
Oyuna gelmemek için 6 (1982)

Türkiye’de yaşayan devrimci-sosyalist-komünist insanlar ve onların destekçileri için bu yıl, 12 Eylül günü kurulan baskı düzeninin fotoğrafı biraz daha netleşir. Bu fotoğraf karanlıktır. Onlar için bu devrin adı belli olmuştur: Yenilgi…

Arka arkaya açılan davaların haberlerine bakmak, televizyonda haberleri izlemek ve sokaklarda yürümek 80 sonbaharından itibaren eziyet halini almıştır. Adeta herkes yakalanmıştır, televizyonda hep Kenan Evren konuşmaktadır, sokaklarda tanışlar birbiriyle selamı kesmiştir.
İçeri alınmayan veya alınıp çıkan ve ama siyasi mücadelenin devam etmesi arzusunu yitirmeyen insanlar için fısıltılı toplantılarının zamanı gelmiştir. Yüz binlerce devrimci ise ya göç yollarındadır ya da belki toparlayamadığı valizi, karmakarışık kafası, yeniden isyan edecek gücü toparlama hayalleri ile bir durağa varmıştır.
Devrimcilerin kafası nerelerde hata yaptıklarından başlayıp, nasıl devam edeceklerine giden sorularla meşguldür. Dağılmayan her topluluk bağlanacağı başka toplulukları aramaktadır. Kalbi ve aklı devrim için atan insanlar, Türkiye’de ve dünyadaki gelişmeleri nasıl değerlendirmeleri gerektiğini düşünürken, güneyden ve batıdan gelen ve birçok örgütün içinde yer aldığı Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi’nin kuruluşuyla ilgili haberi sessiz bir sevinçle karşılamışlardır. İnce kâğıda basılı bildiriler ipek mendilden kıymetlidir.
1982 yılında hiç kimse, hiçbir şey için birlikte ses çıkarmaz. Ama 1982 yılında Türkiye toplumunun Milli Güvenlik Kurulunu sessiz alkışlarla karşıladığı kesinleşir. Bu yıl şehirli ve faize verecek kadar parası olan insanların şikâyet gündeminin başlığı 12 Eylül rejimi değil bankerlerdir.

Direniş mi isyan mı?

Bir arkadaşım 12 Eylül sabahı bir portakal bahçesinde yaptıkları bir konuşmayı aktarmıştı bana. Arkadaşım 18 yaşında devrimci bir genç kadındır. Sabah ezanının ardından camiden sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı var diye anons yapılır. Bahçede toplanan komşular ona döner ve kim yaptı bu darbeyi, diye sorar. Onun cevabı, “askerler”dir. Toplum o kadar uzun bir zamandır devlet destekli sivil faşist terörle karşı karşıyadır ki, her yerden her şey beklenmektedir.
Devrimciler 1980 kurban bayramında hep ağırlandıkları evlerin kapısında soğuk karşılanırlar. MHP’li faşistlerin saldırısı durmuştur. Direnişe gerek kalmamıştır. Artık yardımlaşmaya gerek var mıdır? Sonra devletle yüz yüze gelmek doğru mudur?
Devrimciler bir direnişin kahramanları olmuşlardır belki ama önlerine konulan hedefle uğraşırken esas olanı, yıkılası düzeni hedef haline getirememişlerdir.
11 Ekim 1982’de Alpaslan Türkeş yargılandığı mahkemede devrin en önemli sözünü söyler: “Fikrimiz iktidarda ama biz zindandayız.”
1981 ve 1982 yılının baş haberleri açılan mahkemelerdir.
Onlara şöyle bir göz atmak iyi olabilir:

1981 yılı

29 Mart: Diyarbakır Sıkıyönetim Komutanlığı Apocular diye adlandırılan örgüte mensup 2331 kişinin yakalandığını açıkladı.
13 Nisan: Yasadışı Kürdistan İşçi Partisi (PKK) mensubu 447 kişinin yargılanmasına başlandı.
15 Haziran: 25 sanıklı TİKP Genel Başkanı Doğu Perinçek ve 25 arkadaşının yargılanmasına başlandı.
25 Haziran: DİSK Genel Başkanı Abdullah Baştürk ve 51 arkadaşı hakkında ölüm cezası talebiyle dava açıldı.
13 Temmuz: Marksist-Leninist bağımsız Kürdistan kurmak amacı ile faaliyet göstermek suçundan 11’i idam cezası ile yargılanan 162 sanıklı Rızgari ve Alarızgari davası başladı.
21 Temmuz: Gırgır dergisi dört hafta kapatma cezası aldı.
19 Ağustos: MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş’in de içinde bulunduğu 587 sanıklı MHP ve ülkücü kuruluşlar davası başladı.
24 Ağustos: 141 sanık için idam istenen toplam 425 sanıklı İstanbul Dev-Sol davası başladı.

1982 yılı

15 Şubat: 217 sanıklı Ankara TKP davası başladı.
26 Şubat: 186 idamın istendiği 574 sanıklı Ankara Devrimci-Yol davası başladı.
23 Nisan: 42 idam istemli 114 sanıklı İstanbul MLSPB davası başladı.
25 Mart: Tutuklu İsmail Beşikçi cezaevinden yazdığı bir mektup nedeni ile 10 yıl ceza aldı.
15 Nisan: 80 sanıklı TİP davasına İstanbul’da başlandı.
22 Haziran: Banker Kastelli olarak tanınan Cevher Özden’in yurtdışına kaçtığı açıklandı.
30 Temmuz: 100 sanıklı Akıncılar davası sonuçlandı. 74 sanık 6 ay ile 6,5 yıl arası hapis cezasına çarptırıldı.

İki tane de son not:

23 Temmuz: Evren, ilkokul, ortaokul ve liselerde zorunlu din dersleri konulacağını açıkladı.
8 Kasım 1982 Anayasası halkın yüzde 91,3’ünün verdiği evet oyuyla kabul edildi.

Bu notlar hazırlanırken, Cumhuriyetin 75 Yılı / 1979-1997 (3. Cilt, Yapı Kredi Yayınları, 1998) adlı kitaptan da yararlanılmıştır.  16.8.2010

 

Oyuna gelmemek için 7 (1983)

Türkiye 1983 yılına dünya kapitalizmi ile uyumlu yeni bir iktisadi düzen için tüm hazırlıklarını tamamlamış olarak girer. Devlet olağanüstü siyasal baskısını polis ve sıkıyönetim mahkemeleri aracılığı ile sürdürür. Sıra parlamenter rejime geçilmesine gelmiştir. Operasyonun başından beri 11 Eylül günü faal olan partilerle devamlılık ilişkisi olmayan yenilerinin kurulması gereğini vurgulayan Milli Güvenlik Kurulu bu yılın nisan ayında yeni siyasal partiler yasasını onaylar. Türkiye bu yılın kasım ayında seçimlere girer. Yarış üç parti arasında olur. Cunta Turgut Sunalp’ın MDP’sine açık destek vermiştir. Laik ilahiyatçı Bahriye Üçok’un da kurucuları arasında olduğu Necdet Calp’in Halkçı Partisi seçimlere girerken Erdal İnönü’nün Sosyal Demokrat Halkçı Partisi (SODEP) MGK vetosuna takılır. Cunta hükümeti içindeki maliye bakanlığı görevini Adnan Başer Kafaoğlu’na terk eden Turgut Özal’ın Anavatan Partisi ise üçüncü partidir.
Bu seçimlerin ideolojik atmosferini belirleyen sözler Özal’dan gelir. Seçim öncesi kritik tartışma programını izlemek için tv’lerinin başına oturanlar heyecansız ve demode Calp’in karşısındaki Özal’ın cesur rüzgarına hayran kalır: “Boğaziçi köprüsünü satarım. Şu kadar dolar veren olursa satarım bunda ne var” demekte beis görmeyen bu “dahi” adam bunaltıcı aile salonlarına tıkılmış birçok şehirli aile babasına hayretle “vay anasını!” veya sevinçle “helal!” dedirtir.

Seçimlerden ANAP galip çıkar. Türkiye’nin yeni cumhurbaşkanı Kenan Evren, yeni ve yenilikçi başbakanı ise Turgut Özal’dır.

ANAP’ın programının ekonomik temeli MDP ile hemen hemen aynıdır. Bugünden bakarak bu seçimleri MDP kazansa idi bunun en önemli sonucunun hali hazırda hükümet sözcüsü olan Cemil Çiçek’in sembolü olduğu organik Türk-İslamcı kadroların yükselişinin yavas olacağı yorumunu yapanlara katılmamak zordur. MDP ise halka yukarıdaki orduevinden elinde silah bakan Müslüman-Türk ordunun legal parti girişimi olarak tarihin karanlıklarına gömülür.

“Devletçi” tabiri bu yıllarda komünizmden, ulusal-kalkınmacı iktisadi modellere kadar “yeni piyasacı” iktisadi doktrinden yana olmayan her görüş için üst başlık olarak kullanılmaya başlar.

Bu yıl devletin müesses ve adaletsiz düzenini değiştirme yanlısı bütün politik organizasyonların üstüne acımasızca gidilmeye devam edilir. İşkencehaneler açık, beyaz polis arabaları aktiftir.

Düzeni yıkmak isteyenler ülkeden veya yurttaşlıktan çıkmak zorunda kaldıkça devlet keyifle gerinmektedir. Açılmış davalar ve nitelikli kadrolarla doldurulmuş cezaevleri sistemi müthiş rahatlatmıştır. Dolayısı ile sıra üniversitelerde ”yuvalanmış” sakıncalı hocaların Türkiye’nin akademik-bilimsel hayatından kazınmasına gelmiştir.

12 Eylül cuntası sıkıyönetim kanununa eklenen bir fıkra ile sıkıyönetim komutanlıklarına kamu görevlilerinin işlerine son verme yetkisi tanımıştı. İşte tarihe 1402’likler olarak geçecek olan ve 1983 yılında üniversitelerinden çıkarılan öğretim üyelerinden bazıları:

İstanbul Üniversitesinden:

Prof Aydın Aybay
Prof. Murat Sarıca
Prof Nuri Karacan
Prof: İdris Küçükömer
Prof: Sencer Divitçioğlu
Prof: Üstün Korugan
Prof: Gencay Gürsoy
Doç: Yücel sayman
Gazi Üniversitesinden
Doç: Yalçın Küçük
Ankara Üniversitesinden
Prof: Tuncer Bulutay
Prof: Rona Aybay
Prof: Burhan Cahit Ünal
Prof: Mete Tuncay
Doç: Yılmaz Akyüz
Doç: Alpaslan Işıklı

1983 YILINDAN BİRKAÇ NOT:

9 Şubatta TİSK başkanı Halit Narin hazırlanmakta olan çalışma yasaları ile ilgili olarak görüşlerini açıklar ve grev hakkının sınırlandırılmasını savunarak “20 yıldır biz ağladık onlar güldü” der

14 Nisan’da Kürtaj Yasallaşır.

Milli Güvenlik Kurulunun Danışma meclisi gebeliğin ilk 10 haftasında isteğe bağlı olarak , 10. haftadan sonra ise anne ve bebeğin sağlığı açısından sakıncalı bir durum varsa kadınların gebeliklerini sonlandırmaya hakları olduğunu karara bağlar.

25 Temmuz’da Metallica ilk albümü Kill’Em All’u yayınlar.

Handan Koç
17.8.2010

 

Oyuna gelmemek için 8 (1984)

Bu yılı George Orwell’in bilim kurgu ve anti-ütopik romanı ile birlikte anan pek çok kişi vardır. Birçok kişi için de 1984 David Bowie’nin bir parçasının adı olarak değer taşır. Benim için bu yılla ilgili olarak ne sonra öğrendiğim kadarı ile büyük bir anti-komünist olan İngiliz yazar George Orwell’in ne de diğer müzikal-kültürel bağlantıların bir önemi yok. Bu yıl benim 12 Eylül’e toplu halde karşı çıkma umutlarımın eridiği yıldır. Çünkü “faşizme karşı bir direniş cephesi”nin kurulamamış olduğu ve bizim büyük yasaklar altında giriştiğimiz çalışmaların bugünün argosu ile söyleyecek olursak “yalan” olacağını anladığım yıldır. Öte yandan yaşadığım iki şehir olan Ankara ve İstanbul’a Türkiye’nin “doğu” tarafından haberler sızmaktadır. Televizyonlarda hükümet ve Turgut Özal devrimi yaşanırken Kürtçe’nin annelerin dili olduğu “Türk” illerinden yaşadığımız büyük batı şehirlerine fısıltılar halinde çatışma haberleri akmaktadır.

Serxvebun-ser he bun –özgür olmak

Genelkurmay 2 Nisan 1984 tarihinde bir açıklama yapar. Buna göre 12 Eylül’den itibaren Diyarbakır Cezaevinde 53 kişi yaşamını kaybetmiştir. Serxvebun Kürdistan İşçi partisi yani PKK’nin ismi Kürtçe, dili Türkçe olan yayın organının adıdır. Bu kelime özgür olmak anlamına gelir. Önceleri broşürler, özel sayılar olarak basılan bu yayın organının ilk yazı işleri müdürünün adı Mazlum Doğan’dır. Mazlum Doğan 1982 yılında Diyarbakır cezaevinde kendini öldürür. Bu işkence ve itiraf politikalarına karşı yapılmış bir protestodur. Kürt hareketi çevresinde şöyle anlatılır ki 20’yi 21’e bağlayan gece yani nevruz gecesi Mazlum Doğan üç kibrit çöpü ateşleyip yaşamına son vermiştir.
Diyarbakır Cezaevi’nde hep baskı ve işkence olmuştur. Ama 1980 Eylülünden sonra kasıtlı olarak oluşturulan politikalar sonucu Kürt kökenli devrimci insanlar her açıdan aşağılanırken onlara gösterilen zalimlik insan aklının ve kalbinin kaldıracağı sınırları aşmıştır. Ayrıca Diyarbakır Cezaevi mahpuslarına yakınları ile konuşma hakkı verilmemiştir. Çünkü görüşte Türkçe dışında bir dilin konuşulması ağır bir şekilde yasaktır. Bir annenin öğrendiği tek Türkçe kelime ile “Kamber Ateş Nasılsın” sorusunu defalarca tekrarlayarak yaptığı görüşün hikayesi belge yayınları, insan hakları dizisinden ancak 1990 yılında yayınlanabilecektir.

15 ağustos kalkışması

1984 yılının 15 Ağustos gününde silahlı PKK militanları Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçesini basar. Her iki ilçeyi bir süreliğine kontrolleri altına alan militanların, ilçe meydanından ve cami minaresinden bir süre propaganda yaptıktan sonra geldikleri yere Kuzey Irak’a çekildikleri bildirilir. Bir askerin öldürüldüğü bu eylem “kürt sorunu”nun aldığı yeni konumun başlangıç tarihi olarak görülecektir.
Türkiyeli Kürtlerin özgürlük arayışında bundan önceki dönüm noktası olarak TİP’in Doğu mitingleri olmuştur. “Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun geri kalmışlığını protesto mitingleri” adıyla örgütlenen mitinglerin ilki, 15 Eylül 1967’de Diyarbakır’da yapılmış bunları aynı yılın ekim-kasım ayı içinde peş peşe Silvan, Siverek, Batman, Tunceli, Ağrı ve Ankara’da yapılan “Doğu Mitingleri” izlemiştir.
Mitingleri düzenleyen TİP programında, Kürt sorunu “anayasal haklardan eşit yararlanma ve ekonomik eşitsizlik” temelinde ele alır. Daha sonraları Doğu Mitingleri Kürtçüler ve bazı Kürt radikal siyasetleri tarafından eleştirilse de oynadığı olumlu rol asla reddedilememiştir.

Bu mitinglerde kullanılan bazı sloganlara bugünden bakmak ilginç olabilir.

– Batıya Fabrika, Yol, Doğuya Komando, Karakol
– Savaşta Mehmetçik, Barışta Dipçik.
– Baskı Cenderesi Son Bulsun.
– Doğulu Uyanmıştır, Hakkını Arayacaktır.
– Dilimize Hürmet Ediniz
– Mezrabotan Çocukları Uyanın.
Bu mitingler sonrasında Kürt sorununun çözümüyle ilgili aldığı kararlar sonucu Türkiye İşçi Partisi (TİP) kapatılma cezası alacaktır.
Ama artık yıl 1984’tür. Bu mitinglerin üstünden 12 Mart günleri ve 17 yıl geçmiştir. Bugün hâlâ geçerli olan bir kavramı kullanacak olursak oligarşi her türlü yasal eşitlik ve özgürlük arayışının önünü şovenizm ve baskı ile tıkamış, büyük bir yok saymaya karşı gelişen Kürt hareketi 1984’te yeni bir önderlikle yeni bir yola girmiştir.

1984’ten birkaç not

25 Mart Bedrettin Dalan Yerel seçimlerinde ANAP’tan İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığına seçilir. Bir “mega kent” yaratmak üzere yıkımları başlatır.

1 Temmuz TRT televizyonu tümüyle renkli yayına geçer.

9 Eylül Yılmaz Güney mülteci olarak yaşadığı Paris’te hayatını kaybeder. 18.8.2010

 

Oyuna gelmemek için 3 (1979)

1979 yılında Türkiye’nin sosyalistleri, devrimcileri, komünistleri, solcuları, ilericileri artık başlarının her an gideceğini bilen savaşçılar olarak yaşamaktadır. Aksi takdirde ülke ya dışına çıkmak zorunda kalmışlar ya da içeridedirler ya da kaçaktırlar. Benim bildiğim gördüğüm yaşadığım okuduğum budur. Artık bu savaş hali her şeyi belirlemektedir. Ama devrimcilerin sayısı gün geçtikçe azalmamakta artmaktadır.
1979 yılında İstanbul’da 1 Mayıs kutlamaları yasaklanır. Sokağa çıkma yasağına uymayan TİP Genel Başkanı Behice Boran ve 1000 kişi gözaltına alınır. 1979’da Adana Emniyet Müdürü Cevat Yurdakul öldürülür, Abdi İpekçi öldürülür, Cavit Tütengil öldürülür, Ümit Doğanay öldürülür öğretmenler ve işçiler ve pek çok kişi öldürülür, Mihri Belli bile vurulur ve ama ölmez.
1979 yılı zar zor kurulmuş olan Ecevit kabinesi ile başlar, aynı yılın kasım ayında Demirel in MHP-MSP destekli hükümeti, 3. MC göreve başlar. 1978’den devralınan, Maraş katliamının tecrübesidir. Bu dönemdeki rolü tekrar tekrar incelenmeye değer CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı 2 Ocak’ta istifa etmiştir. 1980 sonrası kariyer sıçraması yaşayacak olan birçok emniyet mensubunun izini 1979’daki MC atamalarında bulmak mümkündür. 
1979 emperyalist ülkelerin, büyük güçlerin birbirini zorladığı sıkıştırdığı bir yıldır. Polonya asıllı stratejist, Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbiegniew Brzezinski’nin Sovyetler’in çözülmesinin tarihini yazdığı kitabın adını anacak olursak “Büyük Satranç Tahtası” vızır vızır işlemektedir. 
1974 krizi ve sonrası hakkında bizim evde yapılan teatide aktarılan bir değerlendirmeyi burada aktarmak isterim. Denmektedir ki 1974’te gelişmiş Avrupa ülkelerinde ilk defa işsizlik ve enflasyon oranları tekelci sermayenin sınır diye gördüğü sayıları geçti. Fakat sermaye güçleri gördü ki işçi sınıfı bu duruma devrimci bir cevap vermiyor. Böylece bu yıllarda tüketim toplumu kalıplarının Avrupa alt ve orta sınıflarını kuşattığı anlaşılmış, test edilmiş oluyor. Bu değerlendirme sonraki yılları anlamamızda önemli.
Evde bu yorumu dinlerken bana nedense Ulrike Meinhof‘un Almanyayı saran alışveriş merkezleri ve onun yarattığı kültür hakkında yaptığı eleştiriler geliyor. Mayıs 1976’da hücresinde ölü bulunduktan sonra bile, o günlerde de, bugün bile bir efsane olduğunu biliyoruz. Ama Almanya’da oturan siyasal, ekonomik ve ahlaki yeni sistem karşısındaki yalnızlığını anmadan geçebilir miyiz? 
1979’da akan kan giderek artar. Ama devlet okullarında bedava eğitim alan çocuklar kursa gitmeden üniversite sınavına girmeye, alışveriş mahalle bakkallından yapılmaya, ülkenin domatesi araya büyük tekeller girmeden yenmeye ve “çikita “olmayan muzlar Akdeniz şehirlerimizde üretilmeye devam etmektedir.
Bu anlaması zor şeylerle dolu yılı, dünyanın büyük satranç tahtasında, gelişen iki olayla ele almak istiyorum.
Birincisi Polonyalı Papa’nın seçilişi
Esas adı Karol Wojtyla 2. Jean Paul 1979’da, otuz üç günlük görevi sonrası ölen 1. Jean Paul’ün yerine yeni papa olarak göreve başlar. Bu yükselişte Kardinal Sapieha adlı kraliyet ailesinden bir prensin etkisi olduğu söylenir. Ama bizi ilgilendiren Soğuk Savaş yıllarında Polonyalı Kardinal’in (Jean Paul II) özgürlükçü yazılarının, komünist bir ülkeden yurtdışına çıkarılması, Amerikan basınında birinci sayfadan yayımlanmasıdır. Bunu CIA’nin organize ettiği, Papa’nın Soğuk Savaş’ın sona erdirilmesinde çok önemli misyonu olduğu hep söylenir. Bizim Mehmet Ağca’nın vurması hikayesi ile adeta hısım olduğumuz papanın batı ülkelerinin yine, yeni, yeniden “ruhanileştirilmesi” açısından önemi var. 1979’da Papa Polonya’yı ziyaret edecek ve dev bir kalabalık tarafından karşılanacaktır.
İkincisi 1979 İran İslam devrimi
1979 yılında İran devrimini Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesinin önündeki çimlerde anlamaya çalıştığımızı hatırlıyorum. Sanki bir şey olmamıştı ama bir şey olacaktı diye bir algımız vardı. Devrimi solcular yapmış, Humeyni kapmış mıydı? Yoksa bize mi öyle geliyordu. O yıllarda ümitsizlik genç beyinlerimize yasakladığımız bir şeydi. İran devrimini de doğunun “ruhanileşmesi” açısından yükleneceği misyonu da bugün daha iyi anlayabiliyoruz… diyebilir miyiz? Amerika bayraklarının çiğnenmesinin verdiği gurura komşularımız olan kadınların başını açtıkları için öldürülebilmelerinin anıları karışıyor ve her şeyi anlamak bir kez daha zorlaşıyor mu yoksa? 
1979’dan notlar
Fethullahçıların yayın organı Sızıntı dergisi bu yılın Şubat ayında ilk sayısını çıkarır. 
Beyoğlundaki kitap sergileri kaldırılır
İndependenta gemisi Haydarpaşa açıklarında patlar
Disk’in yeni bir sosyalist parti girişimi içinde olduğu açıklanır.
24 aralıkta Sovyetler Afganistan’ı işgale başlar. 

Handan Koç
19.8.2010
Oyuna gelmemek için 10 (1986)

1986 Mayısında 104.doğum gününü Umurbey’de hâlâ siyasi yasaklı olan Süleyman Demirel ve DP’nin mirasçısı olmaya aday yeni kurulan sağ partilerin politikacıları ile kutlayan Celal Bayar aynı yılın Ağustos ayında İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Bu yıl Türkiye’nin milliyetçi, muhafazakar, sağ liberal güçleri temsilcilerinin yeni partisi ANAP’ın iktidarı ve rüzgarı esmektedir. Başkanlığını Semra Özal’ın yaptığı Türk Kadınını Güçlendirme ve Dayanışma Vakfı üyeleri kendi deyimleri ile “Papatyalar” bu yıl Yıldız Sarayı Hasbahçe’de “Lale Devri”ni canlandıran bir gece yapar. Gece çok tepki alır. Oysa Türkiye’nin oligarkları nezdinde yükselen eğilimler açısından bu coşkulu gece bir zirvedir. Gecenin haşmeti için harcanan para ile ekonomik, sefa düşkünlüğünün sergilenmesinden çekinilmemesi ile ahlaki, Osmanlıya ve mirasına duyulan hayranlık ile ideolojik, giyim-müzik-dekor tercihleri ile estetik olarak her cepheden yapılan ANAP açılımları bu gecede billurlaşır. Bu unutulmaz geceye bugünden bakınca sonraki yılların muhafazakar siyasetçilerine örnek olduğu ve cesaret verdiği söylenebilir. Paranın ve gücün biriktiği eller için yaşama sanatı, keyifli bir hayat sürmek, yaşam kalitesi olarak bugüne kadar gelecek kavramların temelleri atılmış, perdeler yırtılmıştır. Türkiye’nin yeni çağının yükselecek olan sloganları artık yola koyulmuştur: Yaşasın Hedonizm. Hedonizminden utanma! Zenginliğinden hiç utanma!
Tutuklu Yakınları
Oysa 1986 yılına Türkiye nüfusunun küçümsenmeyecek bir kısmı ve yakınları onuru kırılmış, vücudu sürüklenmiş, düşünceleri yasaklanmış olarak girmiştir. Birçok yetişkin insan geleceğini kaybetmiştir. Bu yıllar boyunca sol görüşlü politik tutuklu ve hükümlü yakınları akla hayale gelmeyecek eylemlerle seslerini yükseltir. 1986 yılının 17 Temmuzunda 98 kişi tarafından kurulan İnsan Hakları Derneği bu unutulmaz kadın-erkek tutuklu yakınlarının bugüne miras bıraktıkları direncin ürünüdür. İHD bugün 34 şubesi ve 14 bine yakın üyesi ile Türkiye’nin en eski ve en büyük insan hakları derneği durumundadır. Emil Galip Sandalcı bu yıllarda cezaevleri kapılarını bekleyenlerin kalbinde hem süzme beyefendi hem de militan bir insan hakları savunucusu olarak unutulmaz bir yer edinir. Tutuklu yakınlarının mücadelesinde inancı ve öfkesi ile bayrak olan kişi ise 1987’de dilekçe vermek üzere tutuklu yakınları ile birlikte TBMM’ye doğru yapılan yürüyüş sırasında polisin uyguladığı şiddet karşısında fenalaşarak hayatını kaybeden Didar Şensoy yani Didar Abla’dır.
Dallas dizisi
Seksenlerde pazar günleri haberlerden sonra yayına giren Dallas dizisinin 1986 yılında devam edip etmediğini öğrenemedim. Ama zannediyorum Türkiye’de 1980’de yayına başlayan bu eşsiz dizinin ilk etkisi olan şaşkınlık-hayret ve utanç karışımı duygu dinmiş, bu ve benzeri dizileri izlemek 86’da artık kanıksanmış bir alışkanlığa dönüşmüştür. 
1986’ya gelindiğinde toplumu ezilenlerin lehine reformlar veya bir devrim aracılığı ile değiştirmeyi hedefleyen sosyalist insanların Kürt hareketi içinde olanlar haricindeki kısmının çoğunluğu isteyerek veya ne yaparsa yapsın artık örgütsüzdür. Zaten dışarıda olanlar için daha küçük ama içeriden çıkanlar için daha büyük sorun hayatlarını nasıl sürdürecekleridir. Birçoğu aile kurmuş çocuk sahibi olmuştur. Artık herkes kendi şehrine, sınıfsal konumuna, mahallesine dönmüştür. Hem meslek sahibi olmak hem de bir devrimci, bir sosyalist olarak yaşamak çoğumuzun bilmediği bir şeydir. Seksen sonrası kucaklarını bizlere açan ailelerimiz kucaklarını sımsıkı kapamak ve onlarla onlar gibi bir hayat içinde, yemek masasında, salonda ve televizyon başında bizi korumak istemektedir.
Entellektüel yönleri olan devrimciler imkanları varsa içeride veya dışarıda kendilerini sosyalizmin teorik sorunlarını çözmeye vermiştir. Komünist dünya ile batı arasındaki yakınlaşma, Polonya’daki büyük grev, Gramsci’nin kitapları, nerede hata yaptık, işkencede ne hissettik…. Konuşup tartışılacak o kadar çok şey vardır ki. Artık koyu çaylar kadar buzlu rakılar da içilmeye başlanmıştır.
Bu yıl İstanbul’da köprü altındaki kahve ve birahanelerde, sahillerdeki çay bahçelerinde ve Kalamış Köhne’de pek çok masada farklı bir sol örgüt o değilse bile bir dergi “kurma” hayali ne çok kadın ve erkeği yakmaya başlamıştır kim bilir. Nasıl yaşamalı, ne yapmalı, ne yapmamalı sorusu bu üzgün ve ama heyecanlı kafaları sararken Bülent Ersoy, Ahmet Kaya ve Metallica sesleri birbirine karışmaktadır… 

Handan Koç
20.8.2010

 

Oyuna gelmemek için 10 (1986)

1986 Mayısında 104.doğum gününü Umurbey’de hâlâ siyasi yasaklı olan Süleyman Demirel ve DP’nin mirasçısı olmaya aday yeni kurulan sağ partilerin politikacıları ile kutlayan Celal Bayar aynı yılın Ağustos ayında İstanbul’da hayata gözlerini yumar. Bu yıl Türkiye’nin milliyetçi, muhafazakar, sağ liberal güçleri temsilcilerinin yeni partisi ANAP’ın iktidarı ve rüzgarı esmektedir. Başkanlığını Semra Özal’ın yaptığı Türk Kadınını Güçlendirme ve Dayanışma Vakfı üyeleri kendi deyimleri ile “Papatyalar” bu yıl Yıldız Sarayı Hasbahçe’de “Lale Devri”ni canlandıran bir gece yapar. Gece çok tepki alır. Oysa Türkiye’nin oligarkları nezdinde yükselen eğilimler açısından bu coşkulu gece bir zirvedir. Gecenin haşmeti için harcanan para ile ekonomik, sefa düşkünlüğünün sergilenmesinden çekinilmemesi ile ahlaki, Osmanlıya ve mirasına duyulan hayranlık ile ideolojik, giyim-müzik-dekor tercihleri ile estetik olarak her cepheden yapılan ANAP açılımları bu gecede billurlaşır. Bu unutulmaz geceye bugünden bakınca sonraki yılların muhafazakar siyasetçilerine örnek olduğu ve cesaret verdiği söylenebilir. Paranın ve gücün biriktiği eller için yaşama sanatı, keyifli bir hayat sürmek, yaşam kalitesi olarak bugüne kadar gelecek kavramların temelleri atılmış, perdeler yırtılmıştır. Türkiye’nin yeni çağının yükselecek olan sloganları artık yola koyulmuştur: Yaşasın Hedonizm. Hedonizminden utanma! Zenginliğinden hiç utanma!
Tutuklu Yakınları
Oysa 1986 yılına Türkiye nüfusunun küçümsenmeyecek bir kısmı ve yakınları onuru kırılmış, vücudu sürüklenmiş, düşünceleri yasaklanmış olarak girmiştir. Birçok yetişkin insan geleceğini kaybetmiştir. Bu yıllar boyunca sol görüşlü politik tutuklu ve hükümlü yakınları akla hayale gelmeyecek eylemlerle seslerini yükseltir. 1986 yılının 17 Temmuzunda 98 kişi tarafından kurulan İnsan Hakları Derneği bu unutulmaz kadın-erkek tutuklu yakınlarının bugüne miras bıraktıkları direncin ürünüdür. İHD bugün 34 şubesi ve 14 bine yakın üyesi ile Türkiye’nin en eski ve en büyük insan hakları derneği durumundadır. Emil Galip Sandalcı bu yıllarda cezaevleri kapılarını bekleyenlerin kalbinde hem süzme beyefendi hem de militan bir insan hakları savunucusu olarak unutulmaz bir yer edinir. Tutuklu yakınlarının mücadelesinde inancı ve öfkesi ile bayrak olan kişi ise 1987’de dilekçe vermek üzere tutuklu yakınları ile birlikte TBMM’ye doğru yapılan yürüyüş sırasında polisin uyguladığı şiddet karşısında fenalaşarak hayatını kaybeden Didar Şensoy yani Didar Abla’dır.
Dallas dizisi
Seksenlerde pazar günleri haberlerden sonra yayına giren Dallas dizisinin 1986 yılında devam edip etmediğini öğrenemedim. Ama zannediyorum Türkiye’de 1980’de yayına başlayan bu eşsiz dizinin ilk etkisi olan şaşkınlık-hayret ve utanç karışımı duygu dinmiş, bu ve benzeri dizileri izlemek 86’da artık kanıksanmış bir alışkanlığa dönüşmüştür.
1986’ya gelindiğinde toplumu ezilenlerin lehine reformlar veya bir devrim aracılığı ile değiştirmeyi hedefleyen sosyalist insanların Kürt hareketi içinde olanlar haricindeki kısmının çoğunluğu isteyerek veya ne yaparsa yapsın artık örgütsüzdür. Zaten dışarıda olanlar için daha küçük ama içeriden çıkanlar için daha büyük sorun hayatlarını nasıl sürdürecekleridir. Birçoğu aile kurmuş çocuk sahibi olmuştur. Artık herkes kendi şehrine, sınıfsal konumuna, mahallesine dönmüştür. Hem meslek sahibi olmak hem de bir devrimci, bir sosyalist olarak yaşamak çoğumuzun bilmediği bir şeydir. Seksen sonrası kucaklarını bizlere açan ailelerimiz kucaklarını sımsıkı kapamak ve onlarla onlar gibi bir hayat içinde, yemek masasında, salonda ve televizyon başında bizi korumak istemektedir.
Entellektüel yönleri olan devrimciler imkanları varsa içeride veya dışarıda kendilerini sosyalizmin teorik sorunlarını çözmeye vermiştir. Komünist dünya ile batı arasındaki yakınlaşma, Polonya’daki büyük grev, Gramsci’nin kitapları, nerede hata yaptık, işkencede ne hissettik…. Konuşup tartışılacak o kadar çok şey vardır ki. Artık koyu çaylar kadar buzlu rakılar da içilmeye başlanmıştır.
Bu yıl İstanbul’da köprü altındaki kahve ve birahanelerde, sahillerdeki çay bahçelerinde ve Kalamış Köhne’de pek çok masada farklı bir sol örgüt o değilse bile bir dergi “kurma” hayali ne çok kadın ve erkeği yakmaya başlamıştır kim bilir. Nasıl yaşamalı, ne yapmalı, ne yapmamalı sorusu bu üzgün ve ama heyecanlı kafaları sararken Bülent Ersoy, Ahmet Kaya ve Metallica sesleri birbirine karışmaktadır…  20.8.2010


 
Oyuna gelmemek için 11 (1987)

MERHABA 1 MAYIS YILI
1987 yılında 12 Eylül sonrası dönemin ilk 1 Mayıs kutlaması Emek Sineması’nda yapılır. Geceyi Adresi Konur Sokak 73/9 Kızılay Ankara olan Dönem Yayıncılık düzenlemiştir. Böyle bakılınca şu Konur Sokağın sosyalist yayıncılığımız açısından yeri başlıklı bir araştırma yapmayı insanın canı çekebilir. İstanbul’daki bu geceye katılan herkes sonra muhakkak hatırlayacaktır. Gerçekten de özgürlük havasının insanı coşturduğu, uzun bir aradan sonra 1 Mayıs yasağına topluca karşı gelmenin heyecanı ile yaşanan o gece acayiptir. İstanbul’da Emek Sineması’nda muazzam bir kalabalık toplanır. Bence gecenin en etkili yanı salona girmeden önceki kısmı, kalabalık halinde durulan o dar sokaktaki sessiz kucaklaşmadır. O gece oraya en iyi kız arkadaşımla birlikte giderken ne kadar mutlu ve heyecanlı olduğumu hiç unutmadım. O gece kendilerine karşı uygulanan şiddete karşı açlık grevi yapan bir grup eşcinselin mesajını kürsüye ulaştırdığımız halde okumayan adamın peşine düşmediysek 1 Mayıs’a duyduğumuz saygıdan olduğunu da hep söylerim. Ne gam! O mesajda yazanları ve daha neleri o yıl 8 Martta çıkarmaya başladığımız “Feminist” dergisinde basacaktık. Okunmaya layık görülmeyen mesaj ise şöyle idi.
“1 Mayıs 1987’ye merhaba! Bizler üzerimizdeki anti-demokratik polis baskısını protesto etmek amacıyla halen açlık grevini sürdürdüğümüzden şu anda aranızda bulunamıyoruz. Ancak biz kendimizi Türkiye’deki barış, özgürlük ve demokrasi mücadelesinden soyutlamadığımız gibi içinde bulunduğumuz koşullara rağmen grev için mücadele veren yiğit işçilerin, dernek kurma özgürlüğü için yola çıkan üniversite gençliğinin ve tüm demokrat güçlerin yanında var olduğumuzu bildirir, özgür bir Türkiye’de yeni 1 Mayıslar kutlamak umuduyla yürekten selamlarımızı sunarız. Açlık grevini sürdüren eşcinseller Kemal yılmaz, Asuman Deniz, Deniz Işıl, Can Ceylan, Beyhan Arslan, Aslı Türksoy, Şebnem Demir.
Dönem Yayıncılık, sonra geceyi anlatan bir broşür basılmıştır. Onun girişinde şöyle yazar: 1 Mayıs geleneğinin yaşatılması sosyalistler tarafından yıllardır sürdürülen bir görev olmuştur. Bu geleneğin eylülist dönem boyunca yaşatılmasına çalışılmış, yaşatılmıştır. Ama 1 Mayıs 87, 1 Mayıs’ın “kafalarda” yasaklanmasına son verilmesi açısından bir dönemeç olmuş, 1 Mayıslara konulmuş kabul edilen yasağı kırmıştır.
1987 yılı sosyalistler açısından birçok virajın geride kaldığı bir yıldır. Bu gece evde konuştuğumuzda ortaya çıkan yorum o yıl sosyalistlerin her şeye bıraktıkları yerden devam edebilecekleri düşünce ve duygusuna kapıldıkları yönünde oldu. Diyeceğim şu: Pek çok konu açısından 87 yılına tekrar tekrar dönüp bakmak gerekli olabilir.
SEÇİMLER YILI
1987 yılının bir diğer özelliği de pek çok seçim yapılmasıdır. Tevfik Çavdar Türkiye Demokrasi Tarihi kitabında şöyle anlatır: “1987 tam anlamıyla bir seçim sandığı yılı oldu. Önce yüze yakın küçük belediyede yöneticiler seçildi. Sonra halk oylaması yapıldı. Nihayet 29 Kasım’da erken genel seçime gidildi.1984 yılında yapılan yerel seçimlerden sonra ANAP iktidarı, her seçimin önem ve ortamına göre seçim sistemini değiştirdi. Böylece şu ya da bu şekilde iktidarını sürekli kılmaya çalıştı. 1987 erken seçiminde de yeni bir seçim yasası uyguladı. Seçim çevrelerini küçülttü. Bu sebeple bölge barajı arttı… Bir hesaba göre ANAP iktidarı bu yöntemle 80 milletvekillik bir avantaj sağlamıştı. Nitekim oyların yüzde 36’sını alabildiği halde, mecliste yüzde 65 dolayında bir çoğunluğa sahip olmuştur.
Bu yıl yapılan halk oylaması 12 Eylül anayasası gereği on ve beş yıl süre ile politik faaliyette bulunmaları yasaklanan kişilere yönelik bu yasakların kalkmasıdır. 1982 anayasasının geçici ek maddeleri gereğince bu yasaklar TBMM’de gerekli çoğunluk sağlanarak kalkabileceği halde bu yola gidilmez. Yasakların kalkmasını 70 bin oyluk fark sağlar. Bu oylamada ülkenin demokrasi yanlısı kişileri büyük bir kararlılık gösterirler. Olumsuz koşullara rağmen evet oyu çoğunluğu sağlar.
Halk oylaması sonuçları şöyledir.
Seçmen sayısı: 26.095.630
Katılma oranı : yüzde 93,5
Evet oylarının sayısı: 11.711.461
Hayır oylarının sayısı:11.636.395
29 Kasım 1987 genel seçim sonuçları ise şöyleydi:
Geçerli oy sayısı: 23.971.629
Seçime katılma oranı: yüzde 91,82
ANAP: 8.704.335 (% 36.31)
Milletvekili sayısı: 292
SHP: 5.931.000 (%24,74)
Milletvekili sayısı: 99
DYP: 4.587.062 (% 19,14)
Milletvekili sayısı: 59
DSP: 2.044.576 (%8.53)
Refah Partisi: 1.717.425 (%7.16)
Milliyetçi Çalışma Partisi: 701.538 (%2.93)
Islahatçı Demokrasi Partisi: 196.272 (%0,82) oy alarak % 10’luk barajı aşamaz. Milletvekili çıkaramaz.
ANAP’ın tek parti olarak iktidarda bulunduğu bu yıllar boyunca 24 Ocak kararları ileri götürülür. ANAP Ekonomideki “liberal” tavrına karşı politik yaklaşımları açısından hiç de serbestlik yanlısı değildir. Bu dönemde Kürt hareketine karşı silahlı mücadele artar. Sınır ötesi harekatlar düzenlenir. ANAP iktidarı döneminde çıkarılan terörle mücadele maskeli yasasının 8. maddesi pek çok düşün adamının ağır cezalara çarptırılmasına sebep olur.”
1987’DEN BİRKAÇ NOT
17 Mayıs: Çankırı’da bir yargıcın “kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” demesine karşı İstanbullu feministler Koca Dayağına Karşı bir yürüyüş düzenlediler. (Bu notla ilgili bir parantez açmak istiyorum. Bu diziyi yaparken sıkça kullandığım bir kaynak var. Yapı Kredi Yayınları’nın bastığı, Cumhuriyetin 75 Yılı seçkisi içinde bu yürüyüş 1987 yılının en önemli konusu olarak ele alınmış. Konuya bir yorum yazısı da ayrılmış. Bu yazı şöyle başlıyor: 1980 sonrası devletçi ve sol çizgiden ayrı olarak bir sivil toplum hareketi şeklinde gelişen feminist eylemlerle Türkiye’de kadının konumu tartışılmaya başlandı.” Bu ifade o kadar çok yanlış içeriyor ki: Başından sonuna bu işlerin içinde olan bir kadın olarak şunu söyleyebilirim ki bu hareket kendini hiçbir zaman bir sivil toplum hareketi olarak görmemiştir. Lügatinde bu kelime yoktur. Feminizm Türkiye’nin devletçi -sivil ikilemi dışında erkek egemenliği- kadın ezilmesi çerçevesinde kendi özgün tarihi köklerine sahip bir akımdır. Zaten bütün başka çizgilerden ayrı bir yerdedir. )
18 Ekim: Behice Boran’ın cenazesi Şişli camiinden kaldırılır. Boran 1981’de yurttaşlıktan çıkarılmıştır. Ekim’de Brüksel’de ölmeden birkaç saat önce Türkiye Komünist partisi Genel Sekreteri Haydar Kutlu ile iki partinin birleşerek Türkiye Birleşik Komünist Partisi (TBKP) adını aldığını kamuoyuna duyurmuştur.
16 Kasım: TBKP’yi yasal olarak kurmak üzere Türkiye’ye gelen Nihat Sargın ve Haydar Kutlu uçaktan iner inmez tutuklanır. Turgut Özal bu dönüşü provokasyon olarak nitelendirir.
22 Ağustos: Başbakan Özal özelleştirme kapsamında KİT satışlarına sonbaharda başlanacağını açıklar.
25 Aralık: Siyasal yasaklarla ilgili referandumda “evet” kampanyası yürüten Türk İş yöneticileri hakkında soruşturma açılır. 20.8.2010
Oyuna gelmemek için 12 (1988)

1988 REFERANDUMU

1987 yılında Türkiye’de bir halk oylaması-referandum yapılmıştı. Bu yıl Özal halkı siyasi yasaklar kalkmasın diye oy vermeye çağırmıştı. Çünkü yasaklı Demirel, Ecevit, Türkeş ve Erbakan tekrar siyaset sahnesine girsin istemiyordu. Halk onun bu isteğine karşı ikiye bölündü. Büyük katılım yaşanan oylama sonucu 70 bin farkla elde edilen sonuç sayesinde sadece büyükbaşlar değil tüm yasaklılar siyasete girebilecekti.
1988 yılında Türkiye tekrar halk oylamasına çağrıldı. Turgut Özal bu defa yerel seçimleri bir yıl öne almak için bir anayasa değişikliği önerisi ile halkın karşısına çıktı. Böylece “agresif” ve devlete tümüyle tek başına hakim olmak isteyen bir siyasetçi olarak sınırları ne kadar zorlayacağını gösterdi. Muhalefet partilerinin çalışmaları sonucu bu referandum bir güven oylamasına dönüştü. Özal 18 Eylülde yaptığı konuşmada bu referandumdan çıkacak sonuca göre başbakanlıktan ve politikadan ayrılacağım dedi. Sonra oy verenlerin % 65’i onun isteğine hayır dediği halde koltuğunu terk etmedi. Ama artık inişe geçmişti.

DERGİLER
Ben 1981’de kaçak bir halde aileme sığındığım zamanlardan iki haber dergisi hatırlıyorum. Biri Yankı diğeri ise Ecevit in Arayışı. Bugün baktım, arayış dergisini 21 Şubat 1981’de Bülent Ecevit yayınlamaya başlamış. 100 bin adet basılıyormuş. 1982’ye kadar 54 sayı çıkmış 15. sayıdan itibaren Ecevit’in yazması yasaklanmış. Sonra cunta Mart 82’de dergiyi kapatmış.
Zaten 1982 yılında Türkiye biraz rahatlayacak ve aradığı dergiye kavuşacaktı. Birçok dönem Kars milletvekilliği yapmış bir babanın iyi tahsil görmüş oğlu Ercan Arıklı’nın çıkardığı Nokta dergisi Türk dergiciliğine yeni bir üslup getirecek eski usul ciddi ve sıkıcı politik-dergiciliği tarihe gömecekti. 1986 yılında ise işkenceci polis Sedat Caner’in kapak olduğu sayısı ile büyük prestij kazanacaktı.
Bu yıllarda yine Ercan Arıklı’nın çıkardığı Erkekçe ve Kadınca dergileri çok okunacak ve haklarında çok konuşulacaktı.
Öte yandan hiçbir yayın kuruluşuna bağlı olmayan ve de “medya” lafının henüz çıkmadığı günlere özgü fikir sarhoşlukları içinde olan insanların ev odalarında, sefil han bürolarında, çay bahçelerinde, cami avlularında yaptıkları pek çok toplantı ve görüşmelerin ürünü olan “organik” dergiler de bu yıllarda iyice su yüzüne çıkacak okurları ile buluşacaktı.

Hem ilerci – toplumcu- solcu –sosyalist hem ülkücü- islamcı- ümmetçi geleneğin okur -yazarları için dergiler, onların etrafında yaşanan kümelenmeler ve tartışmalar her zaman önemli olmuştur. Türkiye de bazı fikir ve edebiyat dergileri ise incelenmeye değer çizgilerin başlangıç noktasını oluşturabilmiştir. Bence, bu açıdan 86 -89 arası yıllar hayli önemlidir.
Yetmişlerde politik çatışmanın aldığı yüksek boyuta bağlı olarak politik dergilerin daha çok aksiyoner grupların veya büyük politik örgütlerin yayın organları olarak işlev gördüğü söylenebilir. Her grubun bir dergisi olmasına ve bu dergilerin grubun düşüncelerini birebir yansıtmasına ve okuyucularını bazen haddinden fazla yönlendirmesine yetmişlerde alışılmıştır. Bu tür dergiler bazen insanın kafasında soru uyandırır ama daha çok soru uyanmasına karşı işlev görürlerdi. Seksenlerde büyük sol- politik örgütler ve onların yayın organları yoktur. Cemaat örgütleri kesintisiz yayın-irtibat içindeydiler. Devlet örgütü ise sesini televizyon ve radyosu ile yaymaktaydı. Eski ve yeni kuşak devrimciler ise bir yandan kendilerinden kaçmakta bir yandan seslerini aramaktaydı.

DEVAM EDEN DERGİLER

1988 yılına bakıldığında hiçbir arşivde “fethullah gülen” hareketi veya cemaati ile ilgili büyük haber ve yorumlara rastlanmaz. Ama sızıntı dergisi 78’de başladığı yayın hayatını kesintisiz bir şekilde sürdürmektedir. 1986’da altı yıldır arandığı için gözaltına alınan Gülen’i İzmir’den ahbaplıkları olması sebebi ile Özal’ın kurtardığı söylenir. Dönemin etkin tarikatı Nakşibendilerdir.

1988 yılına gelindiğinde artık Kürdistan İşçi Partisi PKK atak-çatışmacı bir güçtür. Adı konmamış kirli bir savaşta yüzlerce insan ölmektedir. Öte yandan PKK yurt dışından aldığı destekle merkezi yayın organını sürekli çıkarmayı sürdürür.

1975 yılında Murat Belge, Ömer Laçiner ve Can yücel’in bir araya gelerek çıkarmaya başladığı aylık sosyalist kültür dergisi Birikim 1980 yılında yayınına ara vermek zorunda kalır. Tekrar yayınlanması 1989’u bulacaktır. Murat Belge yönetiminde sol bir haber –yorum dergisi olarak 1982’de yayına başlayan Yeni Gündem ise bu yıllarda “fikir ocağının” aktif bir şekilde tütmesini sağlamıştır.

YENİ DERGİLER

1986 yılından itibaren sosyalist-devrimci insanların yargılandığı pek çok büyük dava sonuçlanmaya başlamıştır. Ama hâlâ pek çok siyasi insan ya tutukludur ya da göçmen, kaçak sürgün koşullarında yaşamaktadır. Bu dönemin sosyalist yayınları ve tüm yayınları bu eski merkezlerin sisler içinde olmasının verdiği bir orijinaliteye sahiptir. Şimdi ikisine kısaca değinecek olursak.

Gelenek

1986 yılında yayın hayatına başlayan Gelenek 12 yıl sonra yaptığı seçkinin önsözüne şöyle başlar: Gelenek 1986 yılında yayın hayatına başladığında başlarken Türkiye’de sol ciddi bir sivil toplumcu-yeni solcu kuşatmayla karşı karşıyaydı.12 Eylülün dirençsiz yürekleri kötürüm eden, aklın inadını kıran karanlığın da etkisi vardı bu kuşatmada. Ama açıkçası pıtrak gibi biten bu liberal-liberter akımlara asıl cesaret veren Marksist düşünce ve eylemin bıraktığı boşluktu.

TOPLUMSAL KURTULUŞ

Bu dergi 1987 yılı Temmuz ayında yayınlanmaya başlamıştır. İlk kapakları 15-16 Haziran Kalkışmasına ayrılmıştır. 1987 yılında Merhaba – 1 mayıs etkinliğini düzenleyen dönem yayıncılığın ürünüdür.
İlk sayılarında şöyle yazarlar:” Dergimize yazı yazanların bizim düşüncelerimizi değil kendi düşüncelerini dile getirmelerini istiyoruz. Kitlelerin örgütlü katılımını, her türlü çaresizliğin geçerli çözümü ve demokrasinin temeli olarak görüyoruz. Demokrasiyi sosyalizme götüren bir yol olarak görmeyi kısır buluyoruz. Demokrasi kurmayı düşündüğümüz sosyalizmin ayrılmaz bir parçasıdır.”

Toplumsal kurtuluş dergisinin birinci sayısında yer alan bir haberi de aktarmak istiyorum:

Başlık: Kutsal ittifak kuruluyor
“İstanbul Üniversitesi kapısında türban denetimine karşı oturma eylemi yapanları destekleyenlerin bir bölümünü gazeteler “türbana soldan destek” başlığıyla haber yaptılar. Milliyet ”kapatılan TİKP genel başkanı Doğu Perinçek, Yeni Gündem dergisi Genel Yayın Yönetmeni Murat Belge, Milli Gazete yazarlarından Abdurrahman Dilipak ve Barış Derneği avukatlarından Atilla Coşkun 11 gündür İstanbul Üniversitesi önünde türban yasağını protesto amacıyla oturma eylemlerini sürdüren öğrencileri ziyaret ederek kendilerini desteklediklerini bildirdiler” diye yazdı. Böylece Erbakancı milli gazete, Maocu Doğu Perinçek, Kavala sermaye grubunun yayınlarını temsilen Murat Belge ittifaka katılmış oluyor. Diğer avukatlardan ve derneklerden yeni katılımlar bekleniyor.

1987-1990 arası Türkiye’de yaşanan kültürel ve politik hareketlilik içinde değerlendirmeyi hak eden pek çok yayın söz konusudur. Bir kısmı muhalif dergiler olarak ayrıca incelenmelidir. Bu dönem dergilerinin İslamcı olanlarını ele almak ise başlı başına bir iştir. 90 öncesine bu açıdan bakmayı sürdürmek üzere 1988’le ilgili notlarımı aktarmak istiyorum.

ÖNCE 1 MAYIS 1988: O sabah kulaktan kulağa gelen haberlere dayanarak Taksim’de Atatürk heykeline çelenk bırakmak üzere girişimde bulunan grupla hareket etmek üzere iki arkadaş Taksim Sıraselviler’deki SHP binasının önüne gitmiştik. Epey polis vardı. Galiba artık yeni model giysileri olan toplum polisleri veya çevik kuvvettiler. SHP binasından süzülen birkaç milletvekiline araba ile anıta kadar gitmek üzere yol verdiler. Kalanları ise Allah ne verdi demeden yola yığılmış odunları da kullanarak dövdüler. Kendimizi az hırpalanmış şekilde oradan koparıp yokuş aşağı yürüyerek Karaköy Baylan’a attığımızda bu başarısızlık karşısında çok üzgün ve kızgın olduğumuzu hatırlıyorum. Bir de o tarihte açık olan o eşsiz pastane Baylan’da patlıcanlı poğaça yediğimizi. O gün polisler yüzlerce kişiyi dövüp 81 kişiyi gözaltına almıştı.

NOTLAR

16 Mart: Halepçe katliamı
Irak ordusunun saldırılarından kaçan binlerce Kuzey Iraklı Kürt 29 Ağustos’ta Türkiye sınırına yığıldı. Kuzey Iraklı sığınmacı Kürtlerin sayısı 3 Eylülde 100 bini geçti. Kitlesel göç Saddam’ın şubat ayında başlattığı operasyonun sonucuydu. Saddam yönetimine karşı savaşan Kuzey Iraklı Kürtleri adını Kurandaki bir sureden alan “ANFAL” operasyonu ile cezalandırma girişimi çerçevesinde Halepçe kentine kimyasal silah atmaktan kaçınmamıştı. Bu saldırıda 6350 kişi zehirlenerek öldü. 19 Ağustosta Irak – İran ateşkes imzaladı. Ateşkesten beş gün sonra Irak kuvvetleri yine Halepçe’ye saldırdı ve 200 kişiyi öldürdü. Türkiye’ye kitlesel göç bu şekilde başladı.

8 Nisan: İngiltere Başbakanı Thatcher resmi bir ziyaret için Ankara’ya geldi.

17 Haziran: Mehmet Ali Birand’ın “İşte APO İşte PKK” başlıklı röportajını yayınlayan Milliyet gazetesinin o günkü dağıtımı DGM savcılığının kararı ile yasaklandı. Birand ve gazete hakkında dava açıldı.

3 Temmuz: İstanbul’da ikinci Boğaz Köprüsü Turgut Özal tarafından açıldı. 22.8.2010

Handan Koç

1961 Van doğumluyum. Siyasal Bilgiler okudum. Kırtasiyecilik yaparak geçiniyorum. Devrimci politikalar hep ilgimi çekti. 1984'ten en beri feminist yaşantım oldu.

İlgili Makaleler

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu