İzmir’in “Tenekeli Mahalle”si
Handan Koç, Heyamola Yayınları’nın “izmirim serisi”‘nden yayınlanan Bizim Mahalle Teneke Mahalle‘nin yazarı Gönül İlhan ile “Romanlar anlatılmazsa, en güzel renklerinden birisi eksik kalacaktı çünkü İzmir’in ve de ‘izmirim Serisinin’ sözleriyle andığı Teneke Mahallesi hakkında konuştu. Röportaj Mesele dergisinin Ocak sayısında yayınlandı.
İzmir’in semtleriyle ilgili bir kitap dizisi yapmak nasıl bir fikir ve kimden çıktı?
Heyamola Yayınları’nın projesiydi bu. Önce, İstanbul’un 80 semtinin 80 yazar tarafından anlatıldığı “istanbulum” dizisi yayınlandı. Sonrasında, Ömer Asan ve Fergül Yücel’in bizi aramasıyla, İzmir’in semtleri için başladı aynı çalışma. 41 kitaptan oluşan “izmirim” serisinin yayınlanmasını, Trabzon’u anlatan 22 kitap izledi. Şimdiyse Erzurum, Ordu ve Adana’yla devam ediliyor.
Bu iyi bir fikir mi? Neden?
Evet, kentin belleğine katkıda bulunmak açısından iyi bir fikir bence. Çünkü toplum olarak unutmaya çok meyilliyiz. Belki yaşadıklarımızın ya da tanık olduklarımızın can yakıcılığından… Biraz hayatın hızına yetişme telaşından, unutturma çabalarının çokluğundan biraz da… Memleketin yakın tarihini de, kendi kişisel geçmişimizi de aklımızdan silerek ya da en azından üzerini örterek yaşamayı alışkanlık haline getirdik.
Hal böyle olunca, hızla akıp giden zamanın tozu toprağı arasında gözden yiten, hayata dair ayrıntıları kayda geçirme ça¬bası önemli bir çaba diye düşünüyorum. Unutulanları hatırlatmaya çalışmak da öyle. Ayrıca, yaşamakta olduğumuz semtleri, kendi kişisel hikâyelerimizi de işin içine katarak anlatmamız şeklindeydi bu proje. Bu anlamda, kitap çalışması sürecinde kendi içimize yaptığımız yolculukların, kişisel belleklerimizi tazelemek açısından önemli olduğunu düşünüyorum.
Çok sık görüşemiyoruz ama seninle uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz var. Hep düzenle meselesi olmuş ve de hep bağımsızlığına düşkün bir kadın olarak tanıyorum seni. Biraz kişisel hikâyenden de söz etsen…
12 Eylül 1980 darbesinde AÜ SBF Basın Yayın Yüksek Okulu’nda öğrenciydim. Adı şimdi iletişim Fakültesi olarak değiştirilen okulumdaki yarım kalan öğrenciliğime geri döndüm şimdilerde. Bu iki cümle arasında, öldürülen arkadaşlarımızdan kalan ve kabuk tutmayan öyle çok yara var ki, sırf bu sebepten, kitapta kendi kişisel hikâyem yerine, bizim kuşağın ortak geçmişini simgeleyen cümleler kurmayı tercih ettim.
Kilisenin duvarına yazılan “tek yol devrim” sloganı, karanlıkta fısıldanan “beşibiryerde zalim dizildi memleketin gerdanına” sözü ve askeri darbe dönemlerinde idam edilenlerin isimlerinin olduğu dipnotlar gibi… Sorgu sual edilmediği sürece, geçmemiş zamandır, toplumsal belleğimize kazınan. Ve aynı acıyı yeniden yaşamaya razı olmaktır unutmak.
Peki bu mahalleyi yazman mı istendi, yoksa sen mi bu semti tercih ettin ?
Bu benim seçimimdi.
Neden?
Geçmişte Rumların, şimdiyse Romanların yaşadığı bu mahalleyi, kentsel dönüşümle birlikte yıkılıp yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğu için yazmak istedim öncelikle. Diğer bir sebebim, burada barınan insanların hayatın birçok alanında uğradıkları ayrımcılıktı. Kendi deyişleriyle, koca bir şehrin ortasında, “akvaryum içinde yaşayan balıklar” gibi kapalı kalmaları, kentin dokusunda eğreti durmalarıydı.
Alsancak’ın arka bahçesi denebilecek kadar merkeze yakın bir yerleşim burası. Ve fakat ayrımcılığın duvarlarını aşamayacak denli kentin kalbine uzak bir bölge aynı zamanda. Ve bana göre, doğuştan bulduğu kimliğinde canı yanmadan yaşamalı her kimse. Ayrıca, çalgılarıyla ve şarkılarıyla eğlendiğimiz adamların, kadınların ve onların çocuklarının yoksul hayatlarını görünür kılmak istedim.
Gelecek kaygısına sıranın hiç gelmediği, bugünü kurtarmanın peşinde koşulan hayatlar yaşanıyor orada. Kendilerini an¬latacak sanatçıları, yazarları, şairleri, gazetecileri, ressamları da yok üstelik. Olanlar da kendilerini gizliyorlar, ayrımcılığın acımasızlığı karşısında. Sonuçta, yazar olma heveslisi bir kadın olarak kalemim yettiğince ben anlatmak istedim onları. Romanlar anlatılmazsa, en güzel renklerinden birisi eksik kalacaktı çünkü İzmir’in ve de “izmirim” serisinin.
Nasıl bir okuyucuyla karşılaştığını düşünüyorsun bu kitapların?
Kitaplar ilk kez 2011 Nisan ayında düzenlenen İzmir Tüyap’ta okur karşısına çıktı. Fuar süresince standa yaklaşıp, heyecanla yaşadığı semtin kitaplarını arayanlar oldu. Serinin bütün kitaplarının ilgi gördüğünü söyleyebilirim. Benim kitabıma gelince, İzmirli olduğu halde Ege Mahallesi’ne hiç gitmediğini, orayı hep girilmemesi gereken tehlikeli bir bölge olarak gördüğünü söyleyen çok sayıda insanla karşılaştım. Sonrasındaysa, “biz çocukken anlatılanlardan dolayı, Tenekeli Mahalle adım dahi atmaktan korktuğumuz bir yerdi. Nasırımın kabuğunu soyduğunuz için size teşekkür ederim. İnanıyorum ki bu kitabı okuyan herkesin nasırını soyacaksınız” diyen mailler aldım. Mahalleye toplu ziyaret önerileri geldi ardından. Belki okyanusta bir su damlası bile değil ama, iyi geldi bana. Ben soruyu bir de tersine çevirerek, nasıl bir okurla karşılaşmadığımdan da söz etmek istiyorum aslında. Mahalleye yürüme mesafesinde olsa da, kitap fuarına gelenlerin arasında, sokaklarını, evlerini, çocuklarım fotoğrafladığım insanlar yoktu. Kitap sürecinde kendi kendimle çok tartışıp çözüm üretemediğim bir durumun sonucuydu bu. Mahalleye gidip, saatlerle sınırlı bir zaman diliminde onların yokluklarına yoksulluklarına tanıklık etmek ve sonra eve dönmek. Kendi hayatıma. Ve sonrasında, onları anlatan kitaba onların erişememesi… Parası olmayanın kitap alamadığı bir sistemde yaşıyor olmak, içimi burkuyor her zaman.
Bunda parasızlık kadar okumayı sevmemenin de etkisi var bence, ne dersin?
Görsel olarak da öznesi oldukları bir kitabı talep etmemelerini açıklar mı bu, emin değilim.
Kitabın anlatım biçimi hakkında konuşalım mı biraz da?
Kitabın ilk bölümünde ayrımcılık, yoksulluk ve unutuluşa dair metinlerle birlikte mahalle gözlemlerim, ikinci bölümdeyse, bir binanın hayat hikâyesi yer alıyor. Son bölüm, mahallede yaşayanlarla yaptığım söyleşilerin ses çözümlemelerinden oluşuyor. Kelimelerin yetmediği yerde yardıma koşacak fotoğraflar var bir de…
Bu çalışma o mahalleyle aranda yeni bir ilişkiye yol açtı mı? Nasıl oldu?
Mahalledekilerin hayatını görmeye ve anlamaya çalıştığım tek yanlı bir ilişkiydi bu başlangıçta. Onların öğretmek gibi bir hevesleri olmasa da, benim çok şey öğrendiğim ziyaretler oldu bunlar. Kâğıdı, kalemi, fotoğraf makinesini kapıp soluğu orada aldığım ve sokaklarını adımladığım altı ay boyunca da öğrenciliğim sürdü. Hurda toplayarak kazanılan 7-8 liralarla doyurulmaya çalışılan karınlar, ödenen kiralar, büyütülen çocuklar, vazgeçilmeyen umutlar… Tütün ve yemiş fabrikalarında çalışarak emekli olanların bir türlü kapatılamayan banka kredi borçları. Onların çocukları ve torunları için güvenceli bir iş bulmanın imkânsızlığı. En büyük cesaretin yaşamak olduğunu hiç durmadan kanıtlayan zor hayatlar… Kitap çalışması öncesinde benim için Ege Mahallesi’ydi orası. Sonrasındaysa “Bizim Mahalle” oldu. Şimdilerde fırsat buldukça yol düşürüp, kahvehane müdavimlerine bir çay içimlik de olsa hal hatır sormayı, sokak aralarında dolaşıp, çamaşır asan ya da kapı önlerini süpüren kadınlarla iki lafın boynunu bükmeyi seviyorum. Fuardaki Hıdrellez eğlencelerinde mahalleden gelenleri arayıp buluyorum, Gündoğdu’da faytoncuların duraklarına uğruyorum mutlaka… Hisarönü’nün fincanda pişmiş kahve içilen sokaklarında müzik yapan çalgıcıların sesini duyduğumda, çok yakın bir tanıdığımı görmüş gibi oluyorum…
Bazen insan bir şehri epey tanıdığını düşünür. Ama sonra bir semtine girer ve meğer ben bu şehri hiç bilmiyormuşum der? Böyle bir şey oldu mu senin için de kitabı yazmadan önce ve yazdıktan sonra?
Tam da sözünü ettiğin gibi bir yer burası. Bir başka İzmir’i varmış İzmir’in diye düşündürten cinsten. Cadde kenarında sıralanan ve Osman Kibar’ın belediye başkanlığı döneminde yapılan sosyal konut niteliğindeki blok evleri biliyordum önceden.
Fakat mahalle içine girdikçe bir labirenti andıran dar sokakları ve tek göz odalarda barınan, dere kenarındaki tenekeli evlerde yaşayan, uzun zamanlardır işsiz olan, açlık noktasındaki insanları bu çalışma sırasında tanıdım. Ayakta kalabilmiş birkaç eski Rum evini fark ettim sonra. İçine beyaz badana çekilmiş, sağına soluna binalar yaslanmış, çamaşırlar asılmış çatısız dört duvarın, bir zamanlar mor kubbeli bir kilise olduğunu öğrenmek de yeni bir bilgiydi benim için. Mahalledeki değişimle birlikte kilisenin başına gelenlerse, yakın tarihin bir özeti gibiydi.
Mahalleye uzak durulmasının sebeplerinden birisi hırsızlık mı?
Orada yaşayan herkesin potansiyel hırsız olarak görülmesinde arızalı bir bakış var bence. Neredeyse memleketin bütün hırsızlıklarının onlardan bilinmesinde… “Hukuk o muhteşem eşitlikçiliğiyle, köprü altında yatmayı, sokaklarda dilenmeyi ve ekmek çalmayı yoksullara da varsıllara da aynı şekilde yasaklar,” diyor Anatole France. Yine de, hortumcular ikamet ediyor diye varsıl semtlerden uzak durmuyor hiç kimse.
Başka bir açıdan düşününce tuzu kuru ve lüks yaşantıların olduğu zengin semtlerini de incelemek ve başkalarına olanca çıplaklığıyla anlatmak gerekiyor sanki?
Yaşadığımız kenti anlayabilmek için, hem yoksul hem de varsıl semtleri tanımak ve aralarındaki uçurumun derin vadisinde dolaşmak gerekli belki de… (HK/HK)
Bizim Mahalle Tenekeli Mahalle kitabından alıntı ”
Akşam eve gider gitmez yeni bir albüm yapmaya başlıyorum kendime.
Mortakiye Mahallesi’nden Rula’yla Dimitri’nin bebeklik fotoğraflarını ilk sayfaya yerleştiriyorum.
Rum bir ana babadan doğduğum zaman, diye yazıyorum fotoğrafın üstüne. Ben Tuzla’daki Ermeni yetimhanesinde büyürken, notunu düşüyorum, çocuk yaştaki Rakel’le Hrant’ın gülümsediği kareye. Ege Mahallesi’nden; Hediye ile Güven’in düğün fotoğraflarını bir sonraki sayfaya yapıştırıp; Roman gelini olduğum zaman, notunu düşüyorum alt köşeye. Bir başka gün Havra Sokağı’na gidip, Avram Ustayla kızı Coya’nın fotoğrafını getiriyorum eve. Ben Yahudiyken İzmir’de boyoz pişirdiğimiz günler, yazıyorum üstüne. Rojda ile Baran’m fotoğraflarının arkasına; yaşadığım Kürt köyü henüz yakılmamıştı, babam sağdı ve annem yanımdaydı o zaman, cümlesini ekliyorum. Her akşam elimde yeni bir fotoğrafla koşa koşa geliyorum eve, nefes nefese. Her renkten, her milliyetten “insan” fotoğraflarıyla dolduruyorum albümümü. Son sayfaya kendi ailemin fotoğrafını yerleştirip; Köy Enstitüsünden mezun olup da köylerinin yolunu tuttukları zaman, tahta bir bavula sığarmış da babamın bütün mal varlığı, köyün tek göz okul lojmanına sığmazmış annemin dalgalı siyah saçları, diye yazıyorum arkasına. Kendisi oluyor herkes. ‘Canlılardan bir böcek’ olmaktan kurtulup, kendim oluyorum ben de. Albümde kır çiçeklerinin rengi dolaşırken, benim içimden şarkılar taşıyor, dünyanın bütün anadillerinden.”
Gönül İlhan, “Bizim Mahalle Tenekeli Mahalle”, 2011 Nisan, Heyamola Yayınları, Syf: 39-40
*Bu söyleşi Mesele Dergisi’nin Ocak sayısında yayınlandı.